26 Ocak 2024 Cuma

SA10551/KY27-ŞT100: Öyle Tek, Öyle Çok, Öyle Bir Şey ki... Aşk

 Sonsuz Ark/ Evrensel Çerçeveye Yolculuk

"Artık yazılacak hiçbir hikâyenin kalmadığı, anlatanların da dinleyenlerin de anlata dinleye kanıksamaya durdukları bir zamanda herkesin dinlemek için kulak vereceği, herkesin kendi kıyısından kendi içine çekilerek bir içi olduğunun farkına varacağı, bütün vaatlerin tutulup, ayın bile görülmemiş bir parlaklıkla parlayacağı bir hikayeyi şekillendirmektir aşık olmak, en güzelinden bir hikayenin sahibi olmaktır aşk…"

I: öndeyiş

Kirmanlı Evhadüddin, büyük aşk adamı şöyle der aşk için; ‘Aşk feleğin insana vefa edişidir.’ İnsan o ki, feleğin vefa ettiği bir içi ola ve her daim içten ve derinden sevebile. İnsan hayatı; eğer hayat dosdoğru bir oyun oynamak ise, yaşadığı hayatın bütününde bu dosdoğru oyuna girerek iki cihanın işini de terk etmektir aşk. Bu da öyle bir şeydir ki; ne yemeye içmeye sığar ne de uyumaya…

Âşık olmak derttaş olmak, dost olmak, dostun derdine deva istemek, onun iki gözü için bir demet tutiya olup kokabilmektir. Yar girsin diye gönül kapısını hep açık tutmaktır aşk. Değil mi ki aşk, gönül denilen derinliğin kulağıdır, gönülde aşk denilen bir kulak vardır hep. Belki de ‘tek’ bir şeydir. Gerçek olan ‘tek’ şeydir aşk. Lakin kökü, kökeni de bir o kadar karışık ve çoktur. Sözgelimi el işi bir kilim ya da batılı bir bilge Edgar Morin in dediği gibi; iplik iplik örülen bir halı gibidir. Hem sözden öndedir aşk, hem de sözden ileridir. 

Birine âşık olmak ve ondan başka, herkesin yüzüne çekilmiş bir perdenin arkasında kalan uzak bir odada sadece onunla kalmayı, onun yanında olmayı, onun yanında olmasını istemekten başka hiçbir şey istememektir âşık olmak. O uzak ve küçük odada en küçük tepeciğine, en ince ırmağına kadar bütün dünyayı görmüşçesine gözlerinden gönlüne kadar bütün varlığını onunla doldurmak ve artık dönüp dışarıdaki dünyaya bir kere bile bakmamak, bakamamaktır.

Bir an onun bir yerde olduğunu bilmek ve bu bilginin bütün kesinliği içinde onun olduğu yerde olamayışın bilgisini de bu amansız bilginin üstüne koyarak, kendi içinde kendi kendinin üstüne katlana katlana özlemeyi öğrenmektir âşık olmak.

Artık yazılacak hiçbir hikâyenin kalmadığı, anlatanların da dinleyenlerin de anlata dinleye kanıksamaya durdukları bir zamanda herkesin dinlemek için kulak vereceği, herkesin kendi kıyısından kendi içine çekilerek bir içi olduğunun farkına varacağı, bütün vaatlerin tutulup, ayın bile görülmemiş bir parlaklıkla parlayacağı bir hikayeyi şekillendirmektir aşık olmak, en güzelinden bir hikayenin sahibi olmaktır aşk…

İstemeden vermek, rica etmeden almak, ‘an’dan usanana kadar her saniye, her saat, her gün, hafta, ay, yıllar boyunca emniyet ve güven duygusunu kaybetmeden o’na kendisini her düşündüğünde ‘beni seven biri var…’ diyebileceği bir kısa cümle hediye ederken kendisine de onu her düşündüğünde aynı cümleden neşet etmiş bir başka hediye kazandırmaktır…

Sevdiğine kalkan olmaktır âşık olmak, aşk içinde olmak…Ve sevgilinin emniyet veren sütre gerisindeki korunağında taptaze soluklar almanın bilgisiyle yaprağın yeşilini, göğün mavisini, yağmurun inişini, kar tanelerinin düşüşünü, suyun akışını tek tek kendisi için ihsan olunan sayısız hediyeler olarak görüp, kendi içine sığmayarak onun içinde uçsuz bucaksız adımlar atabilmektir.

Değil mi ki, aşk, korunmak, korumak, meleklerinkine benzer bir vazifeyle donatmaktır kendini…

Koskocaman, dile gelmez, cesurane bir dürüstlüktür aşk… Sırf onun için gözü ve kulağı hep tetikte olmak, uğrunda her şeyden vazgeçebilmek, o olmadan nefes alma yeteneğini sürdürse de bunu yaşamaktan saymamak, ondan başka yola, yöreye, yere yürüyememek, sapmamaktır âşık olmak…

Belki daha geniş bir iklim için diyor ya sevgili şair ismet özel; ‘kişi için önüne çıkan her yol yürünebilir kılınmışsa o kişi onca çoklu yol üstünde kaybolmuş demektir.’ İşte aşk belki de sadece ona çıkan tek bir yolda kalarak, kaybolmamak en hakiki haliyle görünerek var olmaktır…

Bütün artistik süslemelerin ve süslenmelerin hiçbirine meyletmeden sözgelimi saçlarını bile sırf ona beğendirmek için, geldiği gibi taramaktır âşık olmak… Ne adına olursa olsun süslememek, süslenmemek, eğip bükmemek, kah o yana kah bu yana dönmemek ve böylece hem kendini hem sevdiğini saf bir düzlükte tutabilmektir.  Tıpkı içini düz tutabildiği gibi dışını da düz, dümdüz tutabilmek, kendi düzlüğüne, temizliğine tutunabilmektir âşık olmak…

Alışılmış olandan, yüzeyden, varlığı esir alan gündelik hayattan zorunlu olarak göç edip derine, en derinlerdeki özgürlüğe doğru hiç bitmeyen bir yolculuğa çıkmaktır âşık olmak… Ten nereye göç ederse etsin, canı hep sevgilinin yanında bırakmak, bir zamanı aynı anda yaşamak, dünyaya, hayatın türlü işlerine ve meşgalelerine onunla birlikte dahil olmak, sözgelimi kilometrelerce ötedeyken bile dokunduğu elmayı hissetmektir. Onunla birlikte çarşı pazarda dolaşmak, kirayı denkleştirmek, hiç habersiz aynı türküyü dinlerken, aynı türkünün aynı yerinde aynı sözü onunla birlikte seslice söylemek, uzakları yakın etmek için hep acele etmektir…

Özlemek, hissetmek, güvenmek için hiçbir açıklamaya ihtiyaç duymamak, o varsa eğer her şeyin bir çaresi de vardır demek, diyebilmek, onunla birlikte ters dönmüş bir kaplumbağayı düzeltip yola koymanın sağaltıcı esintisini duyarcasına karıncayı incitmekten korkarak bastığı çakıla, taşa, toprağa teşekkür ede ede yürüyebilmektir.

Gözün erimini yükseltmek, kendi görgüsünü onun gözlerine, onun görgüsünü kendi gözlerine katabilmek, gurbetteki gözleri sılaya çekerek, umursamaz dünyayı esir alan kaygılı körlüğün lanetinden birlikte kurtulmaktır…

Âşık olmak dilini güzelleştirmeyi öğrenmektir… Âşık olmak kirlenmiş sözlerden uzaklaşmaktır… Bütün saygısızlıklara inat, olağan sıradanlığın ötelerine taşınmak, olağandışı bir coşkuya kapılmak, tekdüzeliği sorgulamaya bile tenezzül etmeden sadece öyle olması gerektiği için, varlığı sıraya dizip emirler yağdıran gündeliğin gelişine gülüp geçmektir…

Yüreğini temizlemektir âşık olmak…

Denilebilir ki, böylesine temiz bir yürekle gezip dolaşırken ister bir şey alsın, ister bir şey versin; sözünü yüreğinde mayalayan adem soyu için, ağızdan çıkan her şey; daha o anda, bütün dillerin öncesinde ‘aşk’tan söz eden bir şeydir…

Yarattığı bir kulu sevmekten Allah’ı sevmeye kadar, sadece içini özgürleştirmiş insanın yapıp edebileceği bir özge iştir aşk… ki, içini önce Allah’ın kullarından bir kul için sığınak yapabilmek ve sonra da içindeki o yere bakarak kıyam edip içine Allah’ı koyacak bir yetenekle donatmaktır kendini…

İşte böylesine temiz bir için ve o için yüce sahibinin koyduğu kurallar hariç, şu dünyada konulmuş hiçbir düzene itaat etmeyecek, belirdiği anda önüne çıkan bütün engelleri aşacak, dağılmadan, çarpa çarpa sağlam kalacak bir cevhere sahip olmaktır âşık olmak…

Bundan dolayı da, tıpkı hayatın yüzüne yazılmış yazılardan ziyade hayatın kokusuna adanan şiirler gibi, buradan öteye götüren kanatlar gibidir aşk…

İlk elde, birine ait olmaktır aşk… Bize ait olana ait olmak, ya da ait olduğumuzu bize ait olduğu yerde tutarak aidiyetimize layık olma şansını yakalayabilmektir…

Velhasıl, Batı’dan Doğu’ya Kuzey’den Güney’e kadim zamanlardan bu güne kadar gelip geçmiş konup göçmüş kimi bilgeye göre bir yetenek; kimi ustaya göre şans, kimi vefa sahibine göre ise bir ihsandır aşk…

Daha da ötesi, tıpkı sahih bir iman gibi kulun Rabbinden dileyeceği en güzel şeydir…

II: özdeyiş

Başlı başına bir saflık içinde olmaktır aşk, bir saflık içinde olmak ve öylece hep saf kalmayı becerebilmektir….

Öylesine bir saf olma halidir ki bu; içine girilmeden, ortaya çıkmadan bilinemeyecek ve bilindiği an kendinden önce bilinen her şeyi bilinemez hale getirecek sarsıcı bir ruh göçü gibidir.

Aşk, ruhun tekdüzelikten ve basitlikten göç etmesi, aşk kadar derin ve anlamlı olmayan bütün her şeyi unutarak yeni ve büyük bir bilgiyle kucaklaşmasıdır…

Aşkla tanışan insan, vaktin farkına varmış insandır…her günün doğuşundan, saatlerin üst üste gelişinden, onca zamanın ve onca olup bitenin ardı ardına gelip geçişinden birikip zenginleşen bir huzurla sarıp sarmalamaktır kendini… Işığı da karanlığı da hem geldiği gibi görüp anlayabilecek hem de içlerine girip genişletecek kadar engin bir huzurdur bu… sanki ışığı da karanlığı da bir kaleydeskoptan bakarcasına keşfedip kendi içine doldurmuştur aşkla tanışan insan….

Aşkla tanışan insan aynı anda hem karanlıkla hem de ışıkla tanışmıştır çünkü…

Âşık olan insanın gözüne görünen her şey, durağandır artık. Başka hiçbir şey değil sadece olduğu şeydir her şey… Bir çakıl taşı sözgelimi, ne güzel bir taştır… Bir avuç toprak, bir parça gökyüzü, tek bir yaprak ne güzel ve ne çok bir şeydir… Her şeyin bir adı vardır aşkla tanışan insan için, her şeyin bir kendiliği, hakikiliği, hakikati vardır ve her şey bu hakikat içinde parıldayıp durmaktadır…

‘Kayıp Zaman’ın izcisi Marcel Proust; aşkın insana huzur veren bu içeriğini anlatırken; yuvalarını yer altı geçitlerinin dibine, sıcacık toprağın içine kuran ‘deniz kırlangıçlarının’ emniyet içindeki sığınmışlıklarından söz eder… Aşkla tanışan insan da işte bu haliyle salt bir kırlangıç, herhangi bir kırlangıç olmaktan öte, tıpkı bir deniz kırlangıcı gibi kendisine hayat bahşeden yüce kudretin onu halk ettiği toprağın derinliğine ve sıcaklığına sığınan insandır…

Ansızın tanıştığımız bir iyilik meleğinin, bize öğrettiği kesin bir bilgi gibidir bu sıcaklık… O kadar ki, mahir bir mimar gibi, içimizin donuk duvarlarını canlandıran ve sanki onunla tanışmadan önce farkında olmadığımız, içimizde gizli kalmış bir efsaneyi ortaya çıkaran ve varlığımızı türlü harelenmelerle rengarenk bir mevsime taşıyan, canımızı yakmadan parlayan bir alevin sıcaklığı gibidir…

Varsa bir asaletimiz ve varsa bir hüznümüz… içimizi sarsmadan onları tutup ortaya çıkaran ve bizi götürdüğü görülmemiş mevsimlerde hep aynı asaleti ve aynı hüznü koruyarak gezdirip dolaştıran, bembeyaz ellerinden tutup ardı sıra yürüdüğümüz bir sıcaklıktır bu aşkla gelen ve hep aşka giden toprak renginde bir sıcaklık…

Hep iyiye, hep insana, hep en güzel yerlerden bir yere ilerleyen, bilinmedik bir akışkanlığı alışkanlık haline getirerek, ardı sıra yürüyüp ilerlediğimiz, derinlerden gelen bu sıcaklıkla pişerek öğrendiğimiz şeydir aşk…

Değil mi ki, bizi kendi halimizle çıktığımız yolda çıraklıktan kalfalığa taşıyacak, gönlümüzde açılmış bir kulakmış gibi, bizi bize öğretecek, hatta belki, söylendiği gibi; aşktan daha kavi ve daha keskin bir parlaklıkla ışıldayan şefkat ve merhamet sarayına götürecek bilgilerin bilgisidir aşk…

Birine beslediğimiz anda, kendi acılarımıza aldırış etmemeyi ve eğer üzülmek ya da acımak ya da yanmak bir şeyse, herkesten ve her şeyden önce kendimize, nefsimize değil, yekdiğerimize, bir başkasına, onun acısına üzülmeyi, acımayı, yanmayı öğrenmektir aşk…

Tıpkı kendisinin çağrıştırdığı yücelik gibi, yüce duyguları özleyen ve bundan dolayı da basitlikten yana tek bir söz, iş ya da harekete meyletmeyen, sonu bir erdeme ulaşmayan her yolun daha en başında yorgun düşen, öyle sevimli bir beceriksizliktir ki, insanı günün ve zamanın üstüne taşıyan mecnun ayakları gibidir aşk…

Bir bakıma kendi genişliğini kendi evreninde barındıran, heyecan yüklü bir yürek genişlemesinin kaderidir aşk… İnsanın farkına bile varamadığı bir zamanda gelip içine yerleşen, her konuşmayı en kuytu seslerle şekillendiren, henüz en güzel mısralarını bulamamış tedirgin şairlerin uykularını kaçıran en zarifinden bir yürek genişlemesinin kaderine boylu boyunca teslim olmak ve beklemektir.

Öyle bir yürek genişliğidir ki bu, kaygıların sona erişiyle gelen huzur kadar dinlendirici, özündeki tevekkülle her türlü tehlike ve korkudan azade biçimde, yanıbaşında getirdiği kaderden emin olmak gibi kederden de emin olmanın kapılarını açan efsunla dökülmüş bir anahtardır belki de…

Günün kalabalığı içinde duymadığımız sesleri açığa çıkaran gecenin sükuneti gibi, insanı sanki birdenbire çıkagelmiş bir hüznün olgunluğuna, özlemle yana tutuşa biçimlenmiş bir dayanıklılığın rüştüne kavuşturan, şefkati ve merhameti, yüzünden, derisinden teninden çok özünün ta içinde okunabilen ketum olduğu kadar da sabırlı bir öğretmen gibi hem kendini hem de kendi kendini bilmenin bilgisini okutur aşk…

Öyle bir bilgi ki bu, bu bilgiyi okumayanlar, bu bilgiden haberdar bile olmayanlar bile, ona ihtiyaç duymadan dünyanın denizlerinde aynı yolculuklara çıkmış avare gemiler gibi gezip dolaşanlar bile, hiç farkına varmadan yelkenlerini onun rüzgarıyla doldurur, dümenlerini onun ellerine teslim ederek karaya çıkarlar, şenlenir, gönenir, göğeriverirler hiç bilmeden…

Aşk, çarşının en yüksek yapısının çatısından çarşıyı seyretmektir… Aşk çarşının en yüksek yapısının çatısından çarşıda gezip dolaşan kendini seyretmektir…

O kadar ki aşk; şehrin en işlek çarşısında gezip dolaşırken, kendini çarşının en yüksek yapısının çatısından görüp izlerken, içinde şımarmaya yeltenen benliğin ve nefsin kulaklarına çarşıyı, pazarı ve dahası o çarşı pazardaki kendini hatırlamayı da öğretmektir…

Velhasıl; Kimine göre ayrılıktan kimine göre de vuslattan olagelen, başlangıçta birbirine karşıt iki eylemin odağında dursa da aşk; her şey bir yana, kafanın, kalbin ve organizmanın yüklemiş olduğu bir anlamlar bütünü içerisinde hem yukarıya doğru yükselmek hem de daha aşağıya, en derinlere inmektir…

İşte âşık olmak; aynı anda aynı yerde olmak üzere, hem yükselmeyi, hem de en derinlere inmeyi öğrenmektir böylece…

Çağdaş zamanların kurup kurguladığı bakış açılarından yükselmek ya da inmek ne türden anlamları açığa vurursa vursun; bazen aşkla çıkılan öyle yükselişler, öyle durumlar, haller olur ki, yeğlenmesi gereken eylemin belki ‘ inmek, derinleşmek, yüzeyden kalandan kurtulmak ’ olduğu bile öne sürülebilir…

Buna benzer biçimde bazen de ‘derinleşmek’ arzusuyla inilen nice haller olur da, hangi arzuyla, neyin derinliğine inildiğinin farkına bile varılmadan koskoca bir anlamsızlık alanı üzerinde insanoğlu tek kelimeyle kendi kendisiyle karşılaşıp, kendisiyle yüz yüze kalabilir…

‘Aşk’ böyle bir şeydir işte…

Bir bakarsınız; Babil topraklarında ‘yaratan kudret’ le buluşmak için kuleye dönüştürülüp de, sonucu dil bulanıklığıyla sakatlanmış bir sınır bilinciyle yere -yerine indiriverir insanoğlunu...

Ya da bir bakarsınız, (eteklerinde gümüş rengi bir yığın yaprak)’la, gözyaşlarının gökyüzüne sunulduğu bir şiire yol verip, geride kalanıyla elde kalan parçanın birbirine kavuştuğu bir zamana götürür de şöyle söyletir insanı: 

"Şimdi her neredeysen çık gel ve bana güzel bir gün dile, ey yüreğimdeki genişliğin sebebi! Gel ve bana güzel bir bugün, güzel bir yarın, öbür gün daha öbür günler dile! Senin gelişinle birlikte içimde hiç dolmayacağını sandığım, yaşadığım günlerce benimle birlikte büyüyen bir koca boşluğu kaybettim çünkü… Ya bana boşluğumu geri ver ya da beni kendinle doldur!’’ (30.10.2023)


Şahin Torun, 26.01.2024, Sonsuz Ark, Konuk Yazar, Eleştiri, Kitap Notları, Kitapların Ruhu


Not: Yazılarını bizimle paylaştığı için Şahin Torun'a teşekkür ederiz.

Sonsuz Ark'tan

  1. Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. 
  2. Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
  3. Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.
  4. Sonsuz Ark Yayınlarının Kullanımına İlişkin Önemli Duyuru için lütfen tıklayınız.


Seçkin Deniz Twitter Akışı