Sonsuz Ark/ Evrensel Çerçeveye Yolculuk
"Muhteşem bir tanımdı bu, üzerinde hemen hemen hiç düşünülmeyen, meallerin çoğunda gerçek zeminiyle ilgisiz ve ilişkisiz açıklamalar bulunan: ‘Allah’ın birleştirilmesini emrettiğini ayırırlar, yeryüzünde fesat çıkarırlar’"
Kur’an’ı
anlamak için okumalıydı Müslümanlar; düşünmeli ve bütün insanlara gerçeği
anlatmalıydılar. Aldanmanın sonu hem yeryüzünde hem de kıyametten sonra sadece
cehennemdi.
Sahte gerçekler inşa etmek, bilgiye hükmetmek için kavramları değiştirmek her çağda samirîlerin işiydi, bunu Kur’an on dört yüzyıl önce bildirmişti. Mâide Suresi’nin 12-13. ayetleri dosdoğru haberi veriyordu bize:
‘Andolsun,
Allah İsrailoğullarından sağlam söz almıştı. Onlardan on iki temsilci
seçmiştik. Allah, şöyle demişti: “Sizinle beraberim. Andolsun eğer namazı
kılar, zekâtı verir ve elçilerime inanır, onları desteklerseniz, Allah’a güzel
bir borç verirseniz, elbette sizin kötülüklerinizi örterim ve andolsun sizi,
içinden ırmaklar akan cennetlere koyarım. Ama bundan sonra sizden kim inkâr
ederse, mutlaka o, dümdüz yoldan sapmıştır.” İşte, verdikleri sözlerini
bozmaları sebebiyledir ki onları lânetledik, kalplerini de kaskatı kıldık.
Kelimeleri yerlerinden kaydırarak değiştiriyorlar. Akıllarından çıkarmamaları
istenen şeylerden önemli bir kısmını da unuttular. İçlerinden pek azı hariç,
onların daima bir hainliğini görüyorsun. Yine de sen onları affet ve aldırış etme.
Çünkü Allah, iyilik yapanları sever.’
İsrailoğulları
‘Kelimeleri yerlerinden kaydırarak değiştiriyorlar’ diyordu Allah. ‘Akıllarından
çıkarmamaları istenen şeylerden önemli bir kısmını da unuttular. İçlerinden pek
azı hariç, onların daima bir hainliğini görüyorsun.’
Daha ne
söylenebilirdi ki? Hangi felsefe, bilim ve sanat bundan muaftı? Kitap okuyan,
akademik eğitim alan herhangi bir insan âdil bir şekilde, ‘şu kelimeler, şu
isimler tarafından yerlerinden kaydırılarak değiştirilmiştir, asıl anlamları
şunlardır’ uyarısı ile karşılaşmadan öğrenilmesi istenen formda öğreniyordu her
şeyi. Allah’ın her şeyi öğreterek bütün varlıklar karşısında yücelttiği Âdem’in
çocukları için bundan daha büyük bir aşağılanma var mıydı?
Bu konuda
kesinlikle gerçeğin açıkça bilinmesi gerektiğini düşünüyordum. Yeni doğmuş
herhangi bir insanı büyürken, öğrenirken aldatmaktan daha büyük bir kötülük
olamazdı. İnsanı aldatmak için çabalayan herkes benim için aynı sınıftandı;
Samirî’nin takipçisi olan Yahudiler ya da onların kendilerine itaat etmeye
zorladığı veya ikna ettiği diğer dinlerden insanlar arasında bir fark yoktu;
gerçeği örtüyorlardı ve her çağın başka çocuklarına sahte gerçeklerle yoğrulu
bir sanrısal dünya hazırlıyorlardı.
Samirîlerin
ve onların uşaklarının zehirlediği milyonlarca ‘okumuş’ insan vardı. Mahir’le
bu konuda da anlaşamıyorduk. ‘Sıkıntı’dan henüz haberi yoktu Mahir’in, ancak
çok zaman önce bu konularda sohbetler etmiştik. Onun okuduğu binlerce kitapla
ve o kitapların yazarlarıyla ilgili profesyonel yazı ve yayın hayatında da
kullandığı birikimi vardı; genellikle okuduğu hiçbir yazara söz söyletmezdi ve
bir şekilde onları sahiplenir, onların binlerce kusurları arasından birkaç
‘iyi’ gördüğü şeyi çeker, alır ve bana bunlarla itiraz ederdi.
Benim için
şeytanın yoluna hizmet eden hiç kimsenin ‘iyi’ herhangi bir özelliği olması
mümkün değildi oysa; Şeytan iyi olabilir miydi ki onlar da iyi olabilsin? Allah’ın
yasaklarını kendileri için birer hak olarak gösteren ve onların çiğnenmesi için
ömürlerini adayanlar nasıl iyi olabilirlerdi?
İyi ve
kötüyü ayıran ve tanımlayan Allah’ı reddedenlerin ve gönderdiği ayetleri
değiştirenlerin ‘iyi’ sıfatlı herhangi bir özelliklerinin veya davranışlarının
olması kuramsal olarak da pratik olarak da imkânsızdı; onlar Mahir’in ‘iyi’
dediği şeyleri ‘iyi’ olduğu için yapmıyorlardı. Hizmet ettikleri ve artık
tahammül edilemez hâle gelen şeytanî karanlıklarda tutunacak bir şeyler
buluyorlardı kararmış vicdanlarında ve onunla avutuyorlardı kendilerini; hepsi
o kadardı.
Bakara
Suresinin 27. ayetinden anladığım buydu:
‘Onlar ki,
iyice pekiştirdikten sonra da Allah’a verdikleri sözden dönerler, Allah’ın
birleştirilmesini emrettiğini ayırırlar, yeryüzünde fesat çıkarırlar; işte
sonunda zararlı çıkacak olanlar da yalnız bunlardır.’
Muhteşem
bir tanımdı bu, üzerinde hemen hemen hiç düşünülmeyen, meallerin çoğunda gerçek
zeminiyle ilgisiz ve ilişkisiz açıklamalar bulunan: ‘Allah’ın birleştirilmesini
emrettiğini ayırırlar, yeryüzünde fesat çıkarırlar’
Samirîlerin
din, bilim, felsefe ve sanatta yaptığı da bu değil miydi?
Michel
Foucault’yu ve William Gibson’u eleştirdiğim zamanlarda şöyle demişti Mahir:
‘Foucault
eleştirin güzel, bilgi ve iktidar söylemin de öyle; ancak Foucault'nun hem
düşünsel hem eylemsel bağlamda kendisini de bir arıza olarak değerlendirdiğini
de unutmamak gerek. Foucault salt eşcinsel olarak eleştirilecek bir kafa değil;
arızası bir sistemin tümünü açık edecek kadar gerçek. Hatalı ve günahkâr
olabilir ama vicdan sahibi biri; onu konuşturan vicdanı unutmak, toptan
kötülüğün içine koyarak konuşmak nereye götürür bizi, bilmiyorum.’
‘Bence
olduğu gibi yansıtıyorum!’ demiştim gülümseyerek. ‘Duysa şikayetçi olacağını da
sanmıyorum!’
Her
zamanki gibi korumacı bir güdüyle sinirlenmişti Mahir, ‘İşte bu kesinci
önyargıyı kabul etmiyorum!’ demişti. ‘Alınmak yok. Ben eleştirmenim. Bir
söylemin varlığı ispat cümleleri ile ortaya konulmaz. Çünkü böyle cümleler
ziyadesiyle vardır. Söylem, sözün genelinde gözlenir. Mesela senin gerek
Foucault gerekse Gibson yorumlarında açıkça bir sistem eleştirisi olduğu halde,
bu eleştiriyi bile bir tezgâhın ürünü saymaya çalışmak, dahası kesin biçimde
bunun böyle olduğunu söylemek, yorumsamayı da aşan bir iddiada bulunmak koyu
bir söylemsel ezberi bilinçli ya da bilinçsiz biçimde ortaya koymaktadır. Bunu
sosyolojik bağlamda oksidental bir davranış olarak görürüz ki, öyledir de. Dariush
Shageyan bu hâli bir yaralı bilinç hali olarak nitelemişti. Sanatsal söylem,
edebî söylem özgürdür; sadece bildiğini söylemekle bile gerekeni yapar zaten!’
Gösterdiğim
bütün kanıtlara rağmen, ‘Nasıl oluyordu da bunların yazdıkları kitaplar
günümüze ulaşıyor ya da günümüzde dünyada herkesin okuyacağı bir şekilde
yayılıyor?’ şeklindeki soruma cevap verirken yaşadığı şaşkınlıklara ve kimi
zaman da o karanlık ağlara şahit oluşunu itiraf ettiği zamanlara rağmen, ‘söylemsel
ezberi bilinçli ya da bilinçsiz biçimde ortaya koymak’la suçlamıştı beni Mahir.
Kurulu
düzende güçlülerin istemediği hiçbir şey yayınlanamazdı; bunu çok iyi
biliyordu. Sorgulayan bir kişiliğe sahip olan kendisini inkâr ettiğinin
farkında değildi, sanatın karanlık kuyularından içtiği lezzetli sulara minnet
borcunu ödemek zorundaydı çünkü:
‘Sanat,
kendinden başka bir şeye hizmet etmeden, sanatçının bütün değerler toplamını
kendi iç örgüsü ile ortaya koymakla kaimdir. Doğal olanın dışındaki bütün
ispat, niteleme ve iddialar bir söylemsel ezberi dışa vururlar. Dariush
Shageyan İranlı bir felsefecidir... şimdi sana göre zaten İranlı oluşu ile daha
en başında şüpheli ve güvenilmezdir, mesela. İşte bu önyargısal toplam iyi
değildir; iyi çünkü her yerde her zaman iyidir. Kafka iyidir, Dostoyevski
iyidir, Foucault iyidir... Spinoza iyidir, Hegel iyidir, nereli ve ne olurlarsa
olsunlar, kendilerine dayatılan bir sahteliği açık etmeye uğraştıkları için
böyledirler. Bilmiyorum artık...’
Sıkıntı
Takip et: @SonsuzArk
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.
- Sonsuz Ark Yayınlarının Kullanımına İlişkin Önemli Duyuru için lütfen tıklayınız.