10 Şubat 2024 Cumartesi

SA10574/SD3009: Sıkıntı (Roman); 6. Bölüm-Ova 45

        Sonsuz Ark/ Evrensel Çerçeveye Yolculuk

"Muhteşem bir tanımdı bu, üzerinde hemen hemen hiç düşünülmeyen, meallerin çoğunda gerçek zeminiyle ilgisiz ve ilişkisiz açıklamalar bulunan: ‘Allah’ın birleştirilmesini emrettiğini ayırırlar, yeryüzünde fesat çıkarırlar’"

Kur’an’ı anlamak için okumalıydı Müslümanlar; düşünmeli ve bütün insanlara gerçeği anlatmalıydılar. Aldanmanın sonu hem yeryüzünde hem de kıyametten sonra sadece cehennemdi.

Sahte gerçekler inşa etmek, bilgiye hükmetmek için kavramları değiştirmek her çağda samirîlerin işiydi, bunu Kur’an on dört yüzyıl önce bildirmişti. Mâide Suresi’nin 12-13. ayetleri dosdoğru haberi veriyordu bize:

‘Andolsun, Allah İsrailoğullarından sağlam söz almıştı. Onlardan on iki temsilci seçmiştik. Allah, şöyle demişti: “Sizinle beraberim. Andolsun eğer namazı kılar, zekâtı verir ve elçilerime inanır, onları desteklerseniz, Allah’a güzel bir borç verirseniz, elbette sizin kötülüklerinizi örterim ve andolsun sizi, içinden ırmaklar akan cennetlere koyarım. Ama bundan sonra sizden kim inkâr ederse, mutlaka o, dümdüz yoldan sapmıştır.” İşte, verdikleri sözlerini bozmaları sebebiyledir ki onları lânetledik, kalplerini de kaskatı kıldık. Kelimeleri yerlerinden kaydırarak değiştiriyorlar. Akıllarından çıkarmamaları istenen şeylerden önemli bir kısmını da unuttular. İçlerinden pek azı hariç, onların daima bir hainliğini görüyorsun. Yine de sen onları affet ve aldırış etme. Çünkü Allah, iyilik yapanları sever.’

İsrailoğulları ‘Kelimeleri yerlerinden kaydırarak değiştiriyorlar’ diyordu Allah. ‘Akıllarından çıkarmamaları istenen şeylerden önemli bir kısmını da unuttular. İçlerinden pek azı hariç, onların daima bir hainliğini görüyorsun.’

Daha ne söylenebilirdi ki? Hangi felsefe, bilim ve sanat bundan muaftı? Kitap okuyan, akademik eğitim alan herhangi bir insan âdil bir şekilde, ‘şu kelimeler, şu isimler tarafından yerlerinden kaydırılarak değiştirilmiştir, asıl anlamları şunlardır’ uyarısı ile karşılaşmadan öğrenilmesi istenen formda öğreniyordu her şeyi. Allah’ın her şeyi öğreterek bütün varlıklar karşısında yücelttiği Âdem’in çocukları için bundan daha büyük bir aşağılanma var mıydı?

Bu konuda kesinlikle gerçeğin açıkça bilinmesi gerektiğini düşünüyordum. Yeni doğmuş herhangi bir insanı büyürken, öğrenirken aldatmaktan daha büyük bir kötülük olamazdı. İnsanı aldatmak için çabalayan herkes benim için aynı sınıftandı; Samirî’nin takipçisi olan Yahudiler ya da onların kendilerine itaat etmeye zorladığı veya ikna ettiği diğer dinlerden insanlar arasında bir fark yoktu; gerçeği örtüyorlardı ve her çağın başka çocuklarına sahte gerçeklerle yoğrulu bir sanrısal dünya hazırlıyorlardı.

Samirîlerin ve onların uşaklarının zehirlediği milyonlarca ‘okumuş’ insan vardı. Mahir’le bu konuda da anlaşamıyorduk. ‘Sıkıntı’dan henüz haberi yoktu Mahir’in, ancak çok zaman önce bu konularda sohbetler etmiştik. Onun okuduğu binlerce kitapla ve o kitapların yazarlarıyla ilgili profesyonel yazı ve yayın hayatında da kullandığı birikimi vardı; genellikle okuduğu hiçbir yazara söz söyletmezdi ve bir şekilde onları sahiplenir, onların binlerce kusurları arasından birkaç ‘iyi’ gördüğü şeyi çeker, alır ve bana bunlarla itiraz ederdi.

Benim için şeytanın yoluna hizmet eden hiç kimsenin ‘iyi’ herhangi bir özelliği olması mümkün değildi oysa; Şeytan iyi olabilir miydi ki onlar da iyi olabilsin? Allah’ın yasaklarını kendileri için birer hak olarak gösteren ve onların çiğnenmesi için ömürlerini adayanlar nasıl iyi olabilirlerdi?

İyi ve kötüyü ayıran ve tanımlayan Allah’ı reddedenlerin ve gönderdiği ayetleri değiştirenlerin ‘iyi’ sıfatlı herhangi bir özelliklerinin veya davranışlarının olması kuramsal olarak da pratik olarak da imkânsızdı; onlar Mahir’in ‘iyi’ dediği şeyleri ‘iyi’ olduğu için yapmıyorlardı. Hizmet ettikleri ve artık tahammül edilemez hâle gelen şeytanî karanlıklarda tutunacak bir şeyler buluyorlardı kararmış vicdanlarında ve onunla avutuyorlardı kendilerini; hepsi o kadardı.

Bakara Suresinin 27. ayetinden anladığım buydu:

‘Onlar ki, iyice pekiştirdikten sonra da Allah’a verdikleri sözden dönerler, Allah’ın birleştirilmesini emrettiğini ayırırlar, yeryüzünde fesat çıkarırlar; işte sonunda zararlı çıkacak olanlar da yalnız bunlardır.’

Muhteşem bir tanımdı bu, üzerinde hemen hemen hiç düşünülmeyen, meallerin çoğunda gerçek zeminiyle ilgisiz ve ilişkisiz açıklamalar bulunan: ‘Allah’ın birleştirilmesini emrettiğini ayırırlar, yeryüzünde fesat çıkarırlar’

Samirîlerin din, bilim, felsefe ve sanatta yaptığı da bu değil miydi?

Michel Foucault’yu ve William Gibson’u eleştirdiğim zamanlarda şöyle demişti Mahir:

‘Foucault eleştirin güzel, bilgi ve iktidar söylemin de öyle; ancak Foucault'nun hem düşünsel hem eylemsel bağlamda kendisini de bir arıza olarak değerlendirdiğini de unutmamak gerek. Foucault salt eşcinsel olarak eleştirilecek bir kafa değil; arızası bir sistemin tümünü açık edecek kadar gerçek. Hatalı ve günahkâr olabilir ama vicdan sahibi biri; onu konuşturan vicdanı unutmak, toptan kötülüğün içine koyarak konuşmak nereye götürür bizi, bilmiyorum.’

‘Bence olduğu gibi yansıtıyorum!’ demiştim gülümseyerek. ‘Duysa şikayetçi olacağını da sanmıyorum!’

Her zamanki gibi korumacı bir güdüyle sinirlenmişti Mahir, ‘İşte bu kesinci önyargıyı kabul etmiyorum!’ demişti. ‘Alınmak yok. Ben eleştirmenim. Bir söylemin varlığı ispat cümleleri ile ortaya konulmaz. Çünkü böyle cümleler ziyadesiyle vardır. Söylem, sözün genelinde gözlenir. Mesela senin gerek Foucault gerekse Gibson yorumlarında açıkça bir sistem eleştirisi olduğu halde, bu eleştiriyi bile bir tezgâhın ürünü saymaya çalışmak, dahası kesin biçimde bunun böyle olduğunu söylemek, yorumsamayı da aşan bir iddiada bulunmak koyu bir söylemsel ezberi bilinçli ya da bilinçsiz biçimde ortaya koymaktadır. Bunu sosyolojik bağlamda oksidental bir davranış olarak görürüz ki, öyledir de. Dariush Shageyan bu hâli bir yaralı bilinç hali olarak nitelemişti. Sanatsal söylem, edebî söylem özgürdür; sadece bildiğini söylemekle bile gerekeni yapar zaten!’

Gösterdiğim bütün kanıtlara rağmen, ‘Nasıl oluyordu da bunların yazdıkları kitaplar günümüze ulaşıyor ya da günümüzde dünyada herkesin okuyacağı bir şekilde yayılıyor?’ şeklindeki soruma cevap verirken yaşadığı şaşkınlıklara ve kimi zaman da o karanlık ağlara şahit oluşunu itiraf ettiği zamanlara rağmen, ‘söylemsel ezberi bilinçli ya da bilinçsiz biçimde ortaya koymak’la suçlamıştı beni Mahir.

Kurulu düzende güçlülerin istemediği hiçbir şey yayınlanamazdı; bunu çok iyi biliyordu. Sorgulayan bir kişiliğe sahip olan kendisini inkâr ettiğinin farkında değildi, sanatın karanlık kuyularından içtiği lezzetli sulara minnet borcunu ödemek zorundaydı çünkü:

‘Sanat, kendinden başka bir şeye hizmet etmeden, sanatçının bütün değerler toplamını kendi iç örgüsü ile ortaya koymakla kaimdir. Doğal olanın dışındaki bütün ispat, niteleme ve iddialar bir söylemsel ezberi dışa vururlar. Dariush Shageyan İranlı bir felsefecidir... şimdi sana göre zaten İranlı oluşu ile daha en başında şüpheli ve güvenilmezdir, mesela. İşte bu önyargısal toplam iyi değildir; iyi çünkü her yerde her zaman iyidir. Kafka iyidir, Dostoyevski iyidir, Foucault iyidir... Spinoza iyidir, Hegel iyidir, nereli ve ne olurlarsa olsunlar, kendilerine dayatılan bir sahteliği açık etmeye uğraştıkları için böyledirler. Bilmiyorum artık...’ 


<< Önceki                      Sonraki>>


[02.02.2024, (6/91 (616))]

Lütfen gitmek istediğiniz bölümü tıklayınız:


Seçkin Deniz, 10.02.2024, Sonsuz Ark, Sıkıntı, Roman

Sıkıntı





Sonsuz Ark'tan

  1. Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. 
  2. Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
  3. Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.
  4. Sonsuz Ark Yayınlarının Kullanımına İlişkin Önemli Duyuru için lütfen tıklayınız.

 

    

Seçkin Deniz Twitter Akışı