Sonsuz Ark/ Evrensel Çerçeveye Yolculuk
"Yazdığım romanın adının ‘Sıkıntı’ olmasının sebeplerinden biri de buydu aslında. Bir roman yazdığımı artık onun da bilmesi gerekiyordu. Richmond’da iken gönderdiği mesaj bir tür barışma mesajıydı, bir süredir görüşmüyorduk."
Satanist Masonların ırk ayırmadığını da anlatmıştım Mahir’e. Nasıl oluyordu da kendilerine dayatılan bir sahteliği açık etmeye uğraştıkları için ‘iyi’ oluyorlardı? Hangi sahtelikti mesela? İçinde bulundukları karanlık zincirin boğucu ruhundan rahatsız olanları, hatta intihar edenleri de vardı, ama bu onların vicdanlarının tahammül edemediği kadar büyük bir kötülüğün içinde olduklarının da itirafı olarak nitelendirilebilirdi ve onların ifşaları, kullanılmalarına engel olmuyordu. Bunlar birer yarı tanrı gibi insanlığın önüne konuyor ve neredeyse her öğünde zorla yediriliyordu insanlara ürettikleri şeyler.
İngiltere’de
yatılı okuyan ve bilinci Cenevre’de gelişen Hinduizm ve Sufizm’i birleşmesi
gereken iki okyanus olarak tanımlayan, Doğu ve Batı kültürlerinin epistemolojik
özellikleri ve bunlar arasındaki diyalog olasılığı üzerine birçok eser üreten, "medeniyetler
arası diyalog" konulu uluslararası bir sempozyumla 1977 yılında
çalışmalarını başlatan İran Medeniyetler Araştırmaları Merkezi'nin kurucu
direktörü ve ‘Küresel Diyalog Ödülü’ sahibi, Kur’an’dan habersiz ruhuyla Dariush
Shageyan kimdi ki? Mason olup olmadığını bilmiyordum, ama gerçekten ne özelliği
vardı ki bu Azerî Türkü baba ile aristokrat bir Gürcü kızı olan bir annenin İranlı
çocuğunun?
15 Temmuz’da
ABD-NATO çıkarına Türkiye’de askerî darbe yapmaya kalkan ve halk tarafından
durdurulan FETÖ’nün dinler arası diyalog faaliyetleri ile bütünleşik değil
miydi bu faaliyetler? Satanist karanlığın bir tetikçisi olan mason FETÖ iyi
miydi?
Mahir’le
asla anlaşamazdık; ona kuramsal çerçeve mantığından bahsetmiştim, ‘Bir sistemin
tanımladığı bir şeyi ancak o sistemin içinde ve kendi tanım aralığında
kullanabilirsin!’ demiştim. ‘Allah’a inanmayanların, Allah’ın tanımladığı ‘iyilik’
ile tanımlanması kuramsal çerçevenin mantıksal ilkeleri gereği yanlıştır!’
‘Gibson, ‘siberpunk'la,
kapitalist bilimin dünyada yarattığı cehennemi kırk yıl önceden haber ederek Batı’da
anarşist ve underground edebiyata devasa bir yol açtı!’ demişti yine. ‘Sanatsal
olarak başardığı kurgusal aykırılığa ise değinmiyorum bile; ‘punk'ın yerin
dibine ittiği Amerikan-şeytan ahlakına küfür dolu bir bilicilikle yaklaştığını
söylesem sen onu da bir büyük tezgâhın ürünü olarak göreceksin ve bu hiç
bitmeyecek!’
Büyük bir
ciddiyetle Mahir’e bakmış ve asla kabul edemeyeceğim bu söylemlerine sakin
sakin cevap vermiştim, beni ezberci bir söylemle suçlayamazdı; nasıl
düşündüğümü, onun gibi bir romantik olmadığımı ve ‘büyülü sözler’den
etkilenmediğimi de çok iyi biliyordu.
‘Sorun şu
ki; sen de aynı ezberle bütün eleştirileri ters yüz ederken de savunucusu
oluyorsun sistemin!’ demiştim. ‘Hepsi bir ağın elemanları diyor ve
ispatlıyorum. Gibson kim, babası kim, biliyor musun? Bilemezsin. Çünkü;
biyografilerinde özellikle saklanmış, bunların hepsi kâhin mi Ağa ya? Dört yüz
yıldır söyledikleri her şey bir bir gerçekleşiyor. Buna ben senaryo diyorum,
yazıyor ve uyguluyorlar; senin söylediklerin de kanıtladığım tezleri
destekliyor. Karanlıkta tasarlanan kötülüklerden haberdar olan tetikçiler
karanlık hakkında bilgi sahibi olduklarında aydınlanmış oluyorlar; ama bu
sıradan olan seni ve beni aydınlatmıyor, sıradan insanlar olarak sadece lağımı
helva sanıyoruz ve böbürlenerek yiyoruz. İşte buna karşı çıkıyorum; işte amacım
bu... ama emin ol insanların çoğunluğunun umurunda değil yedikleri şey; her
karanlık bilgi kendi rahiplerini de inşa ediyor ve bu rahipler o tapınağa mümin
sürüklüyorlar, buna karşı çıkıyorum, Allah'a imana çağırıyorum!
‘Matrix
dolayısıyla, hem felsefî bir bağlamda punk distopik anlatılardan da az çok
haberdarım!’ demiş ve itiraf etmişti: ‘Gibson'un baba ayrıntısını bilmiyorum. Bu
açık ediş önemli; niyetlerini bilmem, ama niyet okumaya da karşıyım. Çünkü Gibson'un edebiyata kattığı etki iyi. Şöyle bir yol var aramızda; ben senin kutsala,
Kur'an a dair tüm kabullerine zaten iman etmişim. Ama sen, kurama ve yazınsal
pratiğe dair benim kabullerime çok sert tepki veriyorsun. Öte yandan çok ve
büyük iddialara sahipsin. Eyvallah, lakin bu iddialar bir yana, bunları ortaya
koyma biçimin, yorum biçimin çok sert; bu beni endişelendiriyor. Kendimi
tutamıyorum, böyle konuşuyorum!’
‘Senin
kabullerin mi, yoksa okuduklarının sana kabul ettirdikleri mi? Ben entelektüel
kabullerinin sana dayatıldığını düşünüyorum Ağa!’ demiştim eşdeğer
pervasızlıkla. ‘Söylemsel-kavlî imanla tahkiki, yani analitik iman aynı mıdır?
Sence sen entelektüel çabana ayırdığın ilgi ve zaman kadar imanına ilgi ve
zaman ayırdın mı, ki sert diyorsun söylediklerime? ‘İyilik’ ve ‘kötülük’ tanımı
üzerinden yürüttüğüm bir akıl var, içeriğe dair teknik bir karşılaştırma
yaptım, o mu sert, yoksa sert diyerek ezberlerine dokunmamı engellemek mi
istiyorsun? Oysa ben senden bağımsız bir düşünce üretiyorum. Senin ürettiğim düşünceyi
sert ve ezber olarak yorumlaman, eleştirdiğim şahısları savunman, müdahil
olanın sen olduğunu kanıtlıyor. İddialarımı, büyüklüğünü öne sürerek
zayıflatmaya çalışıyorsun, her şeyi tek tek kanıtladığım halde. İddia
kanıtlanmış ise artık iddia değildir, kanundur. Analitik bakış ve romantik
bakış farkı budur!’
Mahir durmuş,
düşünmüş ve bir süre sonra, ‘Sıkıntı büyük, evet!’ demiş ve susmuştu. Yazdığım
romanın adının ‘Sıkıntı’ olmasının sebeplerinden biri de buydu aslında. Bir
roman yazdığımı artık onun da bilmesi gerekiyordu. Richmond’da iken gönderdiği
mesaj bir tür barışma mesajıydı, bir süredir görüşmüyorduk.
Ali
Şeriati’ye dair kaynak vererek bir bilgi paylaşmıştım onunla: ‘Ali Şeriati'nin
kendisi de bir masondur. Babası Muhammed Taki Şeriati de bir Masondu ve aynı
zamanda, en azından bir zamanlar, İngiliz İstihbaratının uzak doğu bölümünün
bir ajanıydı. (Dreyfuss, s. 106-108 (alıntı); What Really Happened In Iran -İran'da
Gerçekte Ne Oldu, Dr. John Coleman, 1984, s. 24 (1-800-942-0821))
‘Ali Şeriati’nin
mason olduğuna dair tek sağlam bir kanıt yoktur; hiçbir yerde de bu dedikodu
gibi sözden bahsedilmemiş. Bunu böyle kesin bilgi gibi öne sürmek büyük
vebaldir.’ demişti.
‘’İran'da
Gerçekte Ne Oldu’ adlı kitabın yayın tarihi 1984?’ diye sormuştum. ‘Şii İran
üzerinden 1979’dan beri olup bitenleri nasıl izah etmek gerekir, ölenlerin
vebali ne olacak? Ateşli konuşmalarıyla ABD-Fransa’nın iktidarı altın tepsi
içinde sunduğu Humeyni’nin devrim yapmasına ortam hazırlayan ve hangi
hesaplarla olduğunu bilmediğimiz şekilde İran’dan Londra’ya kaçan, oradan
Amerika’ya gitmek için gittiği havaalanında kalp krizi geçirip ölen Ali Şeriati
gibi, Müslümanların sefaletine vesile olanlar ne olacak? Graham Fuller adlı CIA
ajanı FETÖ’ye hilafet kurdurduğunda ne olacak idiyse o oldu İran ve Pakistan'da.
Ya sen ne zannediyorsun? Suud Hanedanı’nın parasıyla Türkiye, Balkanlar, Afrika,
Pakistan ve Afganistan dahil dünyanın her yerinde Vehhabîliğe hizmet edenler
hangi vebalin hesabını verecek? O kurulu algıdan çıkmazsa bu milletin okumuş
evlatları, kimse çıkamaz. İşte asıl vebal budur. Veballe korkutursan, hesabını
yapamadığın veballer seni de yakar. Çıktığım yolculuk veballeri alınmış
milyonlarca masum insanın haklarını aramak içindir. NATO 12 Eylül darbesi yapmış, hemen
arkasından darbeci generallerin yönettiği Türkiye, Ali Şeriati, Mevdûdi, Seyyid
Kutub propagandası yapan onlarca İslamcı yayınevi ile kitap basma fırtınası
estirmiş; alternatif olarak Sufizm yüceltilmiş İslamcılıkla birlikte. Bunlar da
normal, öyle mi? Benim gözümde, 23 Nisan 1943 tarihli El-Tac el-Mısri -Mısır’ın
Tacı- mason dergisinde ‘Masonluğu Neden Seçtim?’ başlıklı bir makale yazmakla
beraber, Mısır diktatörüne ve Masonların gücüne isyan ettiği için idam edilmiş
olan Seyyid Kutub, 22 Ağustos 1966’da kendisini idama mahkûm eden heyete
hitâben, "Eğer Allah kanunu ile mahkûm edilmişsem ben Hakk'ın hükmüne
razıyım. Eğer batıl kanunlarla mahkûm olmuşsam ondan çok daha üstün bir
düşünceye sahip olduğum için batıldan ve münafıklardan merhamet dilemem.
Allah'a şükürler olsun ki on beş sene cihad ettikten sonra bu mertebeye
ulaştım. Ben Allah yolunda yaptığım iş için asla özür dilemem. Namazda Allah'ın
birliğine şehadet eden parmağım asla bir tağutun hükmünü onaylayan tek bir harf
bile yazmayacaktır.” dediği o anda değerlidir, gerisi umurumda bile değil!
Susmuştu
Mahir ve bir süre sonra gergin ve sinirli olduğu açıkça belli olan bir ses
tonuyla yavaş yavaş, konuyu kişiselleştirerek konuşmuştu:
‘Kanaatlerini, yorumlarını ve fikirlerini hiç itiraz kabul etmez biçimde öne sürerken onların
kabulü için kurduğun baskının farkında olmalısın; bu gidişle söylediğin hiçbir
şey için aksini işaret edebilecek tek cümle kuramayacak hale gelmekten
korkuyorum. Ben, tartışılması gereken bazı düşüncelerin konusunda ikimiz için de
sağlıklı yorumda bulunabilmek üzere bildiğimce bir yol bulmaya çabalıyorum, oysa
sen her dediğini kesin bir kabulle, kesin ispatlarla ortaya koyduğun bir metotla
bu yolu tıkıyorsun; kanaatlerin yorumların fikirlerin sence çok değerli, emek
işi analizlerin sonucu olabilir, ama bunlar tartışılmaz şeyler değil ve kusura
bakma ama sana vahiy de gelmiyor; acizane hatalı olabileceğini düşündüğüm
hususlarda bile artık ne diyeceğimi bilemez hale geliyorum çoğunlukla ve
susuyorum!’
Sıkıntı
Takip et: @SonsuzArk
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.
- Sonsuz Ark Yayınlarının Kullanımına İlişkin Önemli Duyuru için lütfen tıklayınız.