Sonsuz Ark/ Evrensel Çerçeveye Yolculuk
"Cevap vermemişti Mahir, bağımız kopmuştu ondan sonra. Aklı kullanmak çok zordu romantikler için; hemen sinirlenmiyorlardı, ancak hiç beklenmedik bir anda bütün biriktirdikleri ile ani kararlar alabiliyor ve öfkeyle davranabiliyorlardı. Bu benim ürettiğim bir kısır döngü değildi."
Çok sertti ve sohbeti kesip atacak kadar kararlıydı Mahir. Bana vahiy gelmişti, ama onun haberi yoktu; Allah, son elçisi Muhammed aracılığı ile göndermişti o vahyi; üzerinde düşüneyim diye, ama Mahir gibi, insanların yazdığı kitapların arasında boğulmuş insanlar o vahyi görecek gözlere sahip değillerdi. O yüzden ‘Mahir de kurbandı’ diyordum.
Mahir’in
‘vebal’ vurgusu, keşke, eşcinsel, dinsiz ve din düşmanı olduğu halde ‘iyi’
dediği bu türler için de işleseydi. Şu andaki satanist, Allah düşmanı kültürel
hegemonyanın araçları değil miydi onlar? Onları okuyanların ve aldatılanların,
ruhları tecavüze uğrayanların vebali ne olacaktı? Neredeydi baskın edebiyat
ürünlerini okuyarak kendilerini ‘geliştiren’ entelektüellerin adalet duygusu?
Gelişmek neydi?
‘Siz
romantikler, önce söyler, sonra düşünürsünüz, çok sık pişman olur,
vazgeçersiniz, ha bu iyi midir kötü müdür bilmem; siz böyle eğleniyorsunuz
kendinizce!’ demiştim. ‘İşiniz budur; ama her şeyden önce, kişiselleştirme
hususunda sizin elinizi öpecek rakibiniz yoktur. Hakkınızı teslim etmek gerek,
edebiyat budur eninde sonunda. Gözünüzün önünde berrak bir şekilde bir heykel
dursa mükemmel sanat eseri olarak, siz yine de etrafında döner söyleyecek çok
şey bulursunuz, ben ‘güzel iş’ der geçer giderim. Oysa çok iyi biliyorsun ki
ben bir şey söylemeden önce araştırır, düşünür, sonra söylerim. İsterim ki eğer
bir çarpıklık varsa köküne inilsin, sebebi bulunsun, bir millet boşuna çökmez; sen
de -ki bu sözüme alınma- ezberleri bozulanların tepkilerine benzer tepki
veriyorsun. Kimse benim düşmanım değil, kimse de senin babanın oğlu değil. Şeriati
mason veya değil diye ise bu tavrının sebebi, gerçekten değmezdi; bu bir teknik.
Vebal dediğinde, belki bu aklına gelmemiştir, benim vebali düşünmeden
yaşadığımı iddia ediyor oluyorsun, sen öyle düşün ya da düşünme... sence bu
kadar çok ismi zikrettim analizlerimde, vebali düşünmemiş miyim?’
‘Dostluk
ve Allah için birbirimize şahit olmak benim için çok önemli. Allah ikimize de
zihin açıklığı sabır ve hak yolunda muhabbetler versin inşallah!’ demişti en
son Mahir.
‘Sen, sana
lâzım olanı gördüğünde alırsın!’ demiştim Mahir’e. ‘Gördüğünde lâzım değilse, için
aç ve susuz değilse ona, gördüğünde almaya kalkanların uğradığına uğrarsın;
aldığın, bıraktığın yerde çürür. Lüzuma için kanaat getirmediyse o demde,
sadece müsrif olursun. Müsrif her muammada veyahut muayyende işaretlidir, ki
bir tek okuyan için bu sıfatı kullanmak zordur. Sen sana lâzım olmayanı
okuduğun vakit, gelecekte lâzım olacak olanların yolunu bellemiş olursun. Lâzım
olacaklarına kanaat getireceklerini bilirsin. Lüzum üzerine zeminlere serdiğin
her şey seni gideceğin yere dair fikir sahibi yapar. Gelecek eğer senle var
olacaksa, zeminler mühimdir. Ve lakin lüzum saydığın her şey de lüzum değeri
almış olmayabilir. Bu sebep okurken alacağın tavırla ilgilidir. Kötülüklere
dair bilgi kötülüklerden uzak olunmasını mümkün kıldığı gibi, o kötülüklerden
gelecek olan tehlikelerden kendini korumayı da öğretebilir, ama riske bak;
kötülük dediğin seni kuşatabilir de. Zeminlerde bir gün onu lüzumlu
saymayacağına dair nefsin sana teminat veremez… sen kötülüğü bilmemiş olsan o
türüyle, belki o kötülüğe nefsin düçâr olmayabilecek. Bu ‘belki'nin
derinliklerinde gizli olan muamma, işte bu sebeple 'müsrif' olduğunu söyler. Ve
bu bir tek okuyan için geçerli olmadığını saydığımız şey okuyan için de geçerli
olur. Dimağının zemini güzellik gülleriyle döşeliyse, bilmediğin kötülüklerden
gelecek olan şerri daha kolay defedebilirsin; içinin saflığı ve ilahî inayet
bunu mümkün kılar. İlahî olana yol ve sebep olan da içinin güzellikleridir; nefsine
vurulan güzellik gözüdür. Bu gözü sakındırmak, israfa yöneltmemek gerek. Sen,
sana lâzım olanı gördüğünde, almaya gücün varsa, alırsın; aldığın sende kalır
ve çürümez, yenilenir diğer alacakların ve büyüteceklerinle...’
Cevap
vermemişti Mahir, bağımız kopmuştu ondan sonra. Aklı kullanmak çok zordu
romantikler için; hemen sinirlenmiyorlardı, ancak hiç beklenmedik bir anda
bütün biriktirdikleri ile ani kararlar alabiliyor ve öfkeyle
davranabiliyorlardı. Bu benim ürettiğim bir kısır döngü değildi.
Bân’a
gelmek üzereydim. Bir sesli mesaj gönderdim Mahir’e: ‘Selamlar, bir roman
yazıyorum Ağa, adı da ‘Sıkıntı’, haberin olsun dedim!’
Işıklar
içindeydi Bân. Bahçe kapısının açıldığını ve iki oğlumuzla birlikte karımın
kapıda beklediğini görüyordum. Zihnim dağların, kayalıkların, çamurlu
vadilerin, hırçın çalılıkların arasından zaferle çıkıp Ova’ya ulaştığında
sevinçle çırpınan ve sakinleşen bir ırmağın suyu gibi durulanmaya başlamıştı o
ân. Dünya çok ağır bir yüktü ve ben Âdem’le gelen bu yükün bütün varlığıyla
sırtıma bindiğini artık çok daha fazla hissediyordum.
Çocukların
arabaya doğru koşuşturduklarını görüyordum; farların ışığında dans eden
kelebekler gibiydiler. Karım bahçe kapısının açık kanadına yaslanmış ve
kollarını göğsünde birleştirmişti. Arabayı durdurmuştum çocuklar binsin diye.
Küçük oğlumuz ‘Ben de araba süreceğim’ diyerek kucağıma tırmanmıştı açtığım
kapıdan içeri süzülerek. Büyük oğlumuz ise sağ ön kapıyı açmış ve binmişti
hemen.
Bir zaman
kapanıyordu karanlık gündüzlerin yüzüne, geceyi yumuşak bir şekilde
kucaklayarak. Bir çılgınlık denizi geride kalıyordu insanlığın ürettiği vahşi
medeniyetin çırpınarak gömüldüğünü izlerken. İç aydınlatan bir umut
yükseliyordu masum çocuklardan, bir serinlik esiyordu kapıya yaslanmış o
sabırlı ve gözünü budaktan sakınmayan kadından. ‘Bân’ insanlığın kaybettiğini
henüz fark etmediği bir huzurdu.
Babam ve
annem ben arabayı park ederken balkondan bakıyorlardı. Balkondaki mangalın
başında oflayıp puflayarak kebap yapan erkek kardeşimin küçük oğlumuzla yaşıt
kızı ve ondan birkaç yaş küçük henüz koşmaya başlayan oğlu ‘Amca’ diyerek
koşturup geldiler. Hostesin verdiği çikolataları çocuklara dağıttım. Küçük yeğenimi
omuzlarıma aldım ve hep birlikte merdivenleri tırmanarak eve çıktık.
‘Hiç
gelmeyeydin Abi!’ diyordu kardeşim balkonun uzak köşesindeki mangalın dumanları
arasından görünen sıkıntılı yüzüyle. ‘Açlıktan öldük!’
Saat
21:56’ydı. Akşam yemeği iki saat gecikmişti, haklıydı. Yeğenimi omuzumdan
indirirken selam verdim herkese. ‘Hoş geldin’ dediler neredeyse hep bir
ağızdan. Masada her zamanki yerlerine oturan annemin ve babamın elini öptüm. Karısını
asker gibi yanına diken kardeşimin yanına gittim, omuzuna dokundum ve kulağına
eğilerek, ‘Kebapçıların kralı, mangalın ustası, yiyeydin açlıktan öleceğine!’
diye fısıldadım.
Sıkıntı
Takip et: @SonsuzArk
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.
- Sonsuz Ark Yayınlarının Kullanımına İlişkin Önemli Duyuru için lütfen tıklayınız.