Sonsuz Ark/ Evrensel Çerçeveye Yolculuk
"Akıllı insanlar da artık dayanma noktalarında acı çekiyorlardı, akılları serbest düşüşle göğe yükseliyordu. Aklın kaçışını durduramayacağımızdan korkuyordum, durduramayacağımızdan ve aklın insanın bedeninden çekip gideceğinden."
Mangalla
uğraşmaktan nefret ederdi, ama kebaba bayılırdı; tabi başkası pişirecekti, o
yiyecekti. O başkası da nedense hep ben oluyordum ya da bana gülümseyerek ‘Hoş
geldin Abi!’ diyen benim ‘Gelin’ dediğim karısı.
Mangalın sıcaklığından bunalan kardeşimin yüzü ter içindeydi, döndü, babama seslendi:
‘Baba,
oğlun dalga geçiyor bak!’ dedi alnından akan ter selini elinin tersiyle silmeye
çalışırken. ‘’Mangalın ustası’ diyor ya!’
Babam ve
annem gülümsüyorlardı. ‘Eti nereden aldın?’ diye sordum kardeşime. ‘Senin
Kasap’tan aldım, yine söylenirsin diye!’ dedi kardeşim.
Kardeşimin
karısına ‘sen mutfağa geç’ diye işaret ettim. Kardeşimi mangal başına
geçtiğinde hizmetkâr kullanmamaya alıştıramamıştım. Annem hemen fırladı
yerinden, kıyamazdı küçük oğluna.
'Tı şô rôşı piyerdêkho hat, ez pewcanâ- Sen babanın yanına geç otur, ben
pişiririm!’ dedi elinde peçeteyle kardeşimin terini silerken.
‘Yatsı’yı
kıldık oğlum!’ dedi Babam sakin sakin. ‘Sahur niyetine de yiyebiliriz, sen şu
terini sil hele!’
Kardeşim
inatçıydı da, mangaldan ayrılmadı, annemi masaya geri gönderdi; kırk yılda bir
mangalın başına geçmişti, işini yarım bırakmayı sevmezdi.
‘İstersen
ben devam edeyim Bıraymı?’ dedim gülümseyerek (Bıraymı, ‘erkek kardeşim’
demekti Zazaca). ‘Sen şimdi iki lokma kebap yiyeceğim diye bu kadar eziyete
katlanma!’
‘Dalga
geçme Abi!’ dedi her zamanki gibi ters ters. ‘Sen git kendini yemeğe hazırla.
Aç gezmişsindir gavur memleketinde. Nasılsa iş işten geçti, ama bir daha kimse
beni bu mangalın başına oturtamaz!’
Babam
neşeli bir şekilde onu izliyordu. Annem ise sanki işkence çekiyor gibi
seyrediyordu. Hiç dayanamazdı kardeşimin nazlarına.
‘Baba niye
aç bıraktınız kendinizi?’ diye sordum babama. ‘Biliyorsun, benim iş saatlerim
belli olmuyor.’
‘İki şiş
yedim, Babam!’ dedi babam. ‘Sen bir elini yüzünü yıka gel hele, devam ederiz
inşaallah!’
İçeri
geçtim, karım ve kardeşimin karısı mutfaktalardı, salataları ve içecekleri
hazırlıyorlardı. Salata malzemeleri bahçemizdendi, Şalgam ve ayran kendi
ellerimizle yaptığımız mükemmel içeceklerdi. ‘Çocuklar yediler mi?’ diye sordum
karıma. ‘Yediler merak etme!’ dedi karım uçlarını boynunda topladığı açık gri
başörtüsünün çevrelediği gülümseyen yüzüyle.
‘Amcayla
teyzeye de haklarını gönderdiniz mi?’ diye sordum. Salata yapan karım yine
gülümseyerek başını salladı, onları hiç unutmazdı.
‘Pideler
ne durumda, Gelin?’ diye sordum kardeşimin karısına.
‘Mangala
götürdüm, Abi!’ dedi Gelin, gülmemek için kendini zor tutarak. ‘Kardeşin
hazırlayacak!’
‘Bir hafta
anlatır artık mangal macerasını!’ dedim keyifle gülerek. ‘Yemesini çok iyi
bilir, hazırlamasını da bilsin artık!’
‘Çok iyi
yapıyorsun, Abi!’ dedi Gelin. ‘Annene kalsa prens gibi elini hiçbir şeye
değdirmeyecek!’
‘Her evin
bir nazlısı olur, Gelin!’ dedim gülümseyerek. ‘Bizdeki de senin kocan!’
Lavaboya
geçtim. Elimi ve yüzümü yıkarken dönüşen zamanı ve değişen mekânları
düşünüyordum. Ailesi insan için bir nimetti. Bunu kaybetmeden anlamalıydı
insanlık. Allah’ın koyduğu kurallar daima insanın iyiliği ve huzuru içindi.
Aile kavramını bilerek ve isteyerek öldüren Batı, artık geri dönülmez noktayı
geçmişti, biz ise tam sınırdaydık.
Yaratılmışlar
canhıraş bir döngüde asılı kalmış gibi, ne yapacaklarını bilmez bir haldeydi.
İnsanlar
ve hayvanlar ve cinler ve melekler ve şeytan, iç içe geçmiş karmakarışık bir
resim gibi evrenin içine doluşmuşlardı. Gündüz ya da gece fark etmiyordu; duvarların
her bir noktasında direnen ruhların çığlık seslerini duyuyordum. Duvarlar vardı
yaratılmışların tırmaladığı, şikâyet ettiği; esirdi bütün varlıklar kendi
ruhlarındaki sınırlarla...
Akıllı
insanlar da artık dayanma noktalarında acı çekiyorlardı, akılları serbest
düşüşle göğe yükseliyordu. Aklın kaçışını durduramayacağımızdan korkuyordum,
durduramayacağımızdan ve aklın insanın bedeninden çekip gideceğinden.
İnsan
evinin nazlısı akıl değildi, nefsti; ancak nefsin ölene dek çekip gitmek gibi
bir huyu yoktu. Gitse gitse evin bütün yükünü çeken akıl giderdi.
Evrende
birçok şeyi keşfeden insan aklı o kadar özgürdü ki, kim bilir çekip gitseydi
sonsuzluğun hangi formunda kaybolup gidecekti. 'Deli' diyeceklerdi muhtemelen akıllı
insanların bedenindeki artakalan şey için.
Çokça kez
kendi aklımı avuçlarımla tutmuştum ve onu teskin etmiştim öfkelendiği
yeryüzünden çıkmasına ramak kala. Belki de zihnimin bütünüydü yakaladığım, emin
değildim. Bir geçiş ânı ya da aralığı gerekiyordu benim için, her yoğun
zihinsel zamandan sonra.
Bir
vızıltı, sinir bozucu bir vızıltı yayılıyordu avuçlarımdaki şeyden... yüzümü
yıkadığım suya sinmişti, onu can kulağımla dinliyordum, şimdi lavaboda zaman
yine durmuştu.
Avuçlarımdaki
o şeyin sesi beni üşütecek kadar serin ve umarsızdı:
"Düşünüyorsun,
düşündüklerinin yükseldiği ya da uzaklaştığı yerlerden gerideki her şeyle
bağlarını kopardığını görüyorsun... ve sonra sonsuzluğun içindeki sonsuz
etkileşimin farkına varıyorsun; bir sıçrama, bir kıvılcım, bir sebep açıyor,
kıstırıyor ve kastırıyor dikkatini. Bir müzik duyuyorsun sessiz sonsuzlukta; o
da sessizliğin sesi. Diğer sesler kuru gürültü. Zihnin bağlarını koparıyor
maddeden, bağlarını çekip atıyor şeylerin şeylerle ilişkisinden. Bir anlatı
koşuyor oradan buraya; deli divane güpegündüz, aklın akılların üstünden
gülümsüyor karanlığa. Susuyor musun, o ânın sesini dinleyip düşünüyor musun? Yürüyor
evet; dağınık bir süregitmede... nasıl ama niçin ama nereye ama; belirsiz. Zaman,
mekân kendilerinden bağımsızlaşıyor... sesler, görüntüler... ve daha birçok
insana dair olan, insanın sürüklediği, kirlettiği, karıştırdığı bir akıştan
kaçıyor akıl. Şahit oluyorsun aklın gidip gezdiği yerlere, ama harita yok, ama
kılavuz yok, ama coğrafya yok, ama zaman yok. Deliriyor musun? Muhtemelen
hayır, ama yolculuğun akılla bağlarını kopardığı yerde insanı görüyorsun, çok
aptal, çok basit ve çok iğrenç. Suçluyu bulup asmak; olana, olması gerekene
uymayan bir çıkıntı sarsmış dikkatini... belki masum, belki çılgınca bir
zorunluluk, belki de gereğinden fazla kelebek etkisi. Yorgun savaşçılar gibi
zihnin; gerilmiş, gerilmekten bitap düşmüş... yapayalnız bir sonsuzlukta, çok
dolu bir uzay kadar garip..."
'Yapayalnız
bir sonsuzlukta, çok dolu bir uzay kadar garip.' demişti en son...
Son
cümlesinden sonrasını duymak bile istemiyordum. Çünkü; başka bir yerden başka
şeyler anlatıyordu. Bu anlatının bitmesini istemiyordum. Büyük bir üzüntüyle
avuçlarımdaki şeyin, bedenime doğru akışını izledim. Anlattıklarının devamını içimden
dinlemek için bekliyordum, ama nafile hikâye bitmişti ve o gideceği yere
gitmekten bir şekilde vazgeçmişti.
Aklıma, "Deliriyor
musun?" diye soramadım da; çünkü gidememişti, belki de Allah gitmesine
izin vermemişti.
Sıkıntı
Takip et: @SonsuzArk
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.
- Sonsuz Ark Yayınlarının Kullanımına İlişkin Önemli Duyuru için lütfen tıklayınız.