Sonsuz Ark/ Evrensel Çerçeveye Yolculuk
"Güzel bir akşamdı, dingin doğanın karanlığından gelen esinti mangaldan çıkan dumanı dağıtıyordu uzaklara doğru. Ağaçların hışırtısı hafif çatal tıkırtılarına karışıyor, arada bir ‘Anne bana da!’ diyerek ağzına bir parça et atmak isteyen çocukların sesi hayat denen nimetin güzelliklerini hatırlatıyordu herkese."
Karım
sessizce elimden havluyu aldı ve dikkatle gözlerime baktı, yüzüme dokundu ve tekrar
sordu: ‘İyi misin?’
Ben de elimle yüzüme dokunan elinin sırtına dokundum hafifçe. ‘Hayır!’ dedim gözlerine bakarak. ‘İyi değilim, ama bunu da Allah’ın izniyle aşacağımı biliyorsun. Sen nasılsın, bebek nasıl?’
‘İyiyiz,
Elhamdülillah!’ dedi. ‘Son zamanlarda biraz yorulduğumu hissediyorum!’
Telefonumdan
gelen mesaj sesi ikimizin de dikkatini dağıtmıştı. Telefonu pantolonumun sağ
cebinden çıkardım ve baktım. Mahir de karşılık olarak sesli mesaj göndermişti.
Dinlemek için düğmeye bastım:
‘Şaşkınım
ve heyecanlıyım, Azizim!’ diyordu. ‘Şaşkınım çünkü senin roman yazma ihtiyacı
duyman beni şaşırttı, heyecanlıyım çünkü nasıl bir roman yazacağını merak
ediyorum. ‘Sıkıntı’… adı bile heyecan verici. Hayırlı olsun. Uzun görüşelim,
selamlar!’
‘Salata
gecikmesin!’ diyerek mutfağa geçtim hızlıca. ‘Babam huysuzlanır şimdi!’
Karım da ‘Sofrada
eksik var mı, ben de onu kontrol edeyim!’ diyerek balkona çıktı.
Roka
salatası bir geçiş anı, daha doğrusu bir normalleşme fırsatı sağlamıştı bana.
Karımın gülümseyen gözlerindeki derin hüzün allak bullak olan zihnimde şok
etkisi üretmişti, kendime gelmeye başlamıştım. Lavaboda duran ân sonsuza kadar
durabilirdi. Karım yanıma gelerek beni ân’ın sonsuzluğundan kurtarmıştı.
Bahçemizde
yetiştirdiğimiz rokalar, domatesler, sarımsaklar, naneler taptazeydi. Soğuk
sıkım yemyeşil zeytinyağı, mis gibi kokan limonlar ve yanlarında koyu kırmızı
saf nar ekşisi. Salata tahtam ve büyük salata bıçağım hazırdı. Chia tohumu
küçük cam kabından siyah-beyaz-gri bir şekilde gülümsüyordu.
Önce
doğradığım rokaların mis gibi kokusu yayıldı mutfağa. Onları salata tabaklarına
dağıttım. Sonra domatesler küp küp ışıldadılar rokaların üstünde. Yeşil
sarımsağı ince ince kıyarak neşelendirdim rokaları ve domatesleri. Ardından
yeşil nanelerin iştah açan serinliğini serdim üstlerine. Ve tuz ve chia
tohumları ve zeytinyağı ve limon. En son nar ekşisi şişesini gezdirdim salata
krallığında.
Bütün
malzemeleri karıştırma keyfini babama bırakmıştım. İki çatalı alır ve ağır ağır
karıştırırdı salatayı; her şeyi birbiriyle tanıştırır ve yemeye hazır hale
getirirdi.
Koşuşturan
çocukların sesi geliyordu balkondan, karım ve gelin mutfağa girip çıkıyorlardı
her seferinde ellerinde bir şeyler taşıyarak. İki salata tabağını ben aldım
elime, diğerlerini karım. Masa çeşit çeşit salata, közlenmiş soğan, biber ve
domates kokusuyla bezenmişti. Kardeşim kebap şişleriyle masaya servis
yapıyordu, ‘Hadi soğutmayın!’ diye bağırarak.
‘Ayran mı?’
diye sordu Annem. ‘Şalgam!’ dedim gülümseyerek. İçecekleri bardaklara annem
dolduruyordu. Herkes bir ucundan tutmuştu işlerin ve hep beraber yiyeceğimiz
şeyleri hazırlıyorduk.
Güzel bir
akşamdı, dingin doğanın karanlığından gelen esinti mangaldan çıkan dumanı
dağıtıyordu uzaklara doğru. Ağaçların hışırtısı hafif çatal tıkırtılarına
karışıyor, arada bir ‘Anne bana da!’ diyerek ağzına bir parça et atmak isteyen
çocukların sesi hayat denen nimetin güzelliklerini hatırlatıyordu herkese.
‘Sen!’
dedi Babam. ‘Çok uzun kaldın bu sefer, hayırdır oğlum?’
‘Amerika
bu, baba!’ dedim bardağımdaki şalgamdan bir yudum alırken. ‘Biliyorsun diş
geçiremeyince bize, bu sefer şantaj yapıyor, yaptırım uyguluyor. Savunma Sanayii
şirketlerimizi boğarak yok etmek istiyor. O yüzden uzun sürdü, git gel zaten
iki gün!’
‘Netice aldınız
inşallah?’ diye sordu merakla. ‘Amerika istediğini almadan kimseyi rahat
bırakmaz, gerçi alsa da bırakmaz ama…’
‘Aldık,
Elhamdülillah!’ dedim gülümseyerek yine. ‘Zaten başka çareleri yok, yaptıkları
zulüm yüzünden dünyada her geçen gün yalnızlaşıyorlar, insanlar uyanıyor.
Türkiye onlar için tutunacak son dal; roller değişti!’
‘Amerika
çok kan döktü!’ dedi babam bardağındaki suyu içerken. ‘Allah unutmaz, Allah’ın
adaleti şaşmaz; her milletin bir eceli, her zalimin bir müddeti vardır.’
Gördüğüm
fotoğraf netti: Osmanlı İmparatorluğunun insanlığa karşı işlenen suçlar olarak
tanımlanabilecek bir şekilde parçalanması sonrası kurulan ve kurulduktan sonra
Amerikan emperyalizminin -ve küçük ortağı Sovyetlerin- baskıları sonucu NATO’ya
üye olarak bağımsızlığını kaybeden, son 64 yılda askerî darbelerle, politik
idamlarla, işkencelerle, terörle, ekonomik krizlerle, İslam düşmanlığıyla,
etnik çatışmaların körüklenmesiyle boğulan ve 2002 sonrası Amerikan
liderliğindeki emperyal zorbalığa baş kaldıran Türkiye, artık çökmekte olan Amerika
için de Avrupa ve İngiltere için de vazgeçilmez ortaktı; artık eşitten biraz
daha büyük bir ortak.
Uluslararası ilişkilere ve siyasete dair ilk öğretmenim babamdı. Neredeyse altmış yıllık gazete okuruydu babam, 1960 darbesi dahil her şeyi görmüş ve yaşamıştı.
‘Artık
miadı doldu Amerika’nın Baba!’ dedim. ‘Allah’ın izniyle devir bizim, fakat
işimiz çok zor!’
‘Kolay iş
yoktur, oğlum!’ dedi Babam dalgın dalgın. ‘Amerika dünyaya yata yata hükmetmedi
bu kadar yıl, aldattılar, tuzak kurdular, hiç durmadan bütün dünya hakkında araştırmalar
yaptılar, para harcadılar, ilme riyaset ettiler; bunun hepsi emek işidir.
Türkiye’nin parası var mı, bunları yapabilecek mi?’
‘Amerika
yola çıktığında bizim kadar bile hazır değildi Baba!’ dedim. ‘Ama Masonlar
destek verdiler, biliyorsun. Binlerce yıllık birikimlerini harcadılar. Bize de
elbet yardım eder Allah!’
‘İnşallah!’
dedi Babam çatalını tabağının kenarına koyarken. ‘Fakat milletin huyu iyi değil
oğlum, ne zaman kimden yana döneceği belli değil. Erdoğan’a sırtlarını
döndükleri an memleket çöker; kimse de tutamaz!’
‘Allah
büyüktür!’ dedim. ‘Biz işimizi yapalım gerisi artık Allah’ın takdiri!’
Annem
karıştı söze, ‘Gelinin yükü ağır oğlum, çocuklar çok yoruyor, biz babanla
kalalım işlerin çoksa!’ dedi. ‘Küçük gelin kendi işini görür artık!’
Karım
heyecanla cevap verdi hemen. ‘Çok isterim!’ dedi.
Ben zaten
yıllardır ısrar ediyordum sürekli bizde kalmaları için. Ama Zazalardaki adet
böyleydi; büyük oğul evlenip ayrılır, anne-baba küçük oğulla birlikte yaşamaya devam
ederdi. Bizde huzurevi denen mezbahaya anne-baba göndermek yoktu. Torunlar
dedelerin ve nenelerin şefkatli kollarında hayatı öğrenirlerdi.
Kardeşim mangalın
başına taşıttığı salatalardan yerken seslendi uzaktan, ‘Yemekten sonra bize yol
göründü mü şimdi baba?’ diye seslendi. ‘Çok kalmayın, ama!’
‘Sen de
kafanı dinlersin oğlum!’ dedi Babam onu biraz iğneleyerek. ‘Sana da çok yük
olduk!’
‘O ne
demek Baba ya?’ dedi kardeşim. ‘Başımın üstünde yeriniz var!’
Yemek
bittiğinde saat 23.00’a yaklaşıyordu. Çay yetiştirdi gelin. Kardeşim de mangalla
işini bitirmişti. Sohbet ediyorduk.
Telefonum titredi;
mesaj gelmişti:
‘Adana hep
boyle sicak midir?’
Sıkıntı
Takip et: @SonsuzArk
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.
- Sonsuz Ark Yayınlarının Kullanımına İlişkin Önemli Duyuru için lütfen tıklayınız.