Sonsuz Ark/ Evrensel Çerçeveye Yolculuk
"Kızılay Caddesi, 1990'a kadar Adana'nın tek büyük caddesi idi; toptancılar, sanayi parçacıları, ziraî ilaç bayileri, tarım işçileri, büyük postane hep bu caddede idi. Ulu Cami’nin önü amele pazarıydı; şimdi güvercinler uçuşuyor."
Soğukkanlılığını kaybettiği tek konu bendim; asla üzülmemi istemezdi, benden daha fazla üzülür, beni üzecek olan her şeyi çevremden uzaklaştırırdı. Üzüldüğümü görüyordu ve İD onun için çevremden uzaklaştırılacak biriydi. İD’yi kıskandığını biliyorduk ikimiz, ama konu kıskançlıktan çıkmıştı artık, onun için yakın tehlike anlamına geliyordu; beni sarsan ve yakınlaştıkça daha fazla etkileyen bir tehlike.
‘Emin
misin?’ diye sordum kaygılı bir sesle. ‘Gerginlik çıkabilir ve senin üzülmeni
istemem!’
‘Neden
gerginlik çıksın ki?’ diye gülümsedi ışıldayan gözleriyle. ‘Madem benimle
konuşmaya gelmiş, madem beni Richmond’da herhangi bir şey olmadığına ikna etmek
için burada?’
‘İstersen
ben halledebilirim bu hususu?’ dedim soğukkanlı bir sesle. ‘Çünkü o kafasında
kurduğu her şeyi yapmaya alışkın. Seni ikna için geldiyse bunun için çabalar,
ama eğer başka bir amacı varsa da seni yorar!’
Karım bir
an durdu, yürüyüş yolunun loş ışıkları altında parıldayan gözlerini gözlerime
dikti ve kararlı bir sesle ‘Sen halledebilseydin buraya gelmesine gerek
kalmazdı!’ dedi. ‘Bu, kadın kadına konuşulacak bir husus artık, senin
çözebileceğin bir şey kalmamış görünüyor!’
‘Sen
bilirsin!’ dedim gülümseyerek. ‘Kadınları anlayabildiğimi hiçbir zaman iddia
etmedim zaten. Son ve kesin kararım: kadın benim anlayabileceğim bir sistem
değil!’
Karım da
gülümsedi ve ‘Hadi arabadan valizini ve çantalarını indirelim, kolyemi de artık
almak istiyorum!’ dedi. ‘Hem yorgunluktan ayaklarım tutmuyor, uykum da var!’
Arabadan
valizimi, çantalarımı aldık, merdivenlerde ona bir şey taşıtmadım. Çünkü
güçlükle adım atıyordu, zamanına daha birkaç ay kalmış olsa da yükü ağırlaşmıştı.
Valizi ve
çantaları salona çıkardık, elindeki tespihle babam ve gözlüğünü takarak yeni gelecek
olan torununa patik örmeye çalışan annem serin rüzgâra karşı oturmuş karşılıklı
susuyorlardı.
‘Çocuklar
üşümesin!’ dedi annem. ‘Onları da yataklarına taşı, Oğlum!’
‘Tamam, Anne!’
dedim önce küçük oğlumuzu kucaklayarak.
Yorgunluktan
bayılmış gibiydi Küçük Bey; yatağına yatırdım onu. Annesi büyük oğlumuzu
uyandırmıştı tuvalete gitmesi için. Gece uyanır da üşendiği için tuvalete
gitmez, sabaha kadar döner dururdu sonra yatağında.
Karım,
anneme ve babama, ‘Yataklarınız hazır, ne zaman isterseniz buyurun!’ dedi dedi
her zamanki içtenliğiyle.
‘Otur
kızım, biraz oturalım mühendisle!’ dedi babam. ‘Ne olacak bunun hâli, Gelin?
Gidiyor günlerce dönmüyor, hayatının çoğu dışarıda geçiyor, başka bir iş mi
kursak?’
Annem
gözlüklerinin üstünden babama baktı. Babam annemin baktığını fark etmişti ve gülümsüyordu
muzip muzip.
‘Bir
bakkal dükkânı açar baban sana, Oğlum!’ dedi annem başını örgüsünden kaldırmadan.
‘Artık Ulu Cami’de sabah namazını kılar, dükkânı açar, sonra akşam geç vakitte kapatır,
yatsı namazını da Ulu Cami’de kılar, eve gelirsin, her dakika karının,
çocuklarının yanında olursun!’
Annem
babamı ustalıkla iğneliyordu. Çünkü bakkal olan babamın hayatı tam olarak öyle
geçmişti, neredeyse zorla emekli olmasını sağlamıştık. Eli de yüreği gibi
genişti, kazanır ve harcardı. Bilmediğimiz birçok yoksulu vardı gizliden
gizliye maddî destek verdiği. ‘Sağ elinin verdiğini sol elin görmeyecek!’ derdi
hep. 12 Eylül 1980 darbesi onu çok sarsmıştı.
‘Yapma,
Anne!’ dedi Karım. ‘Geçti-gitti, işte!’
‘Geçti
tabi!’ dedim Annem örgüsünden başını kaldırıp ona bakarken. ‘Deldi de geçti!’
‘Hakkı
var!’ dedi babam yine muzip bir şekilde. ‘Ama ben dua etmiştim Allah’a, el
kapısında çalışırken. ‘Allah’ım bana beş vakti de camide kılacağım bir iş yeri
açmayı nasip eyle’ diye. Allah da nasip etti, hamdolsun. O vakitler kim ev yüzü
görmüş ki, aylarca yazıda kalırsın, tarlada, kimi zaman da çiftliklerde yatar
kalkarsın. Biz hiç olmazsa akşam evimize gelirdik!’
Ben
gülümseyerek annemi ve babamı izliyordum. Efkârlanmıştı babam.
‘Senin
kahven güzel oluyor Kızım, sen bize bir kahve yap, zahmet olmazsa!’ dedi Gelinine.
‘Bir daha ne vakit böyle akşam serinliğinde nasip olur, ancak Allah bilir!’
Hayal meyal
hatırlıyordum o günleri; Babam hep dükkândaydı. Dükkân işte, çünkü kendimize Bakkal
demezdik, başkaları bize ‘Bakkal’ derdi. O kadar uzak olsalardı birbirinden çok
yakındı insanlar birbirlerine. Şimdi ise ne kadar çok uzak insanlar insandan, ne
kadar çok artık cehennemin dibinde herkes birbiri için... çok hazin.
Bizim
Bakkal dükkânımızın adresi şöyleydi: 'Kızılay Caddesi, 71. sokak, Bila No,
Adana.' Kalekapısı'ndan Kızılay Caddesi'ne çıkan sokağın sonunda, soldaydı.
Niye bila no; bilmezdim... Numarasız, demekmiş. Asker mektupları gelirdi bol
bol, 'Bakkal falanca eliyle' diye de not düşerlerdi alıcı kısmına.
Kızılay
Caddesi, 1990'a kadar Adana'nın tek büyük caddesi idi; toptancılar, sanayi
parçacıları, ziraî ilaç bayileri, tarım işçileri, büyük postane hep bu caddede
idi. Ulu Cami’nin önü amele pazarıydı; şimdi güvercinler uçuşuyor.
Kalekapısı,
saraçların, attarların, toptancıların ve Eskişehir Odunpazarı'ndaki Atlıhan'a
benzer şimdi yok edilmiş olan büyük Kozan Oteli'nin bulunduğu ve musluğu
olmayan çeşmesinin sürekli aktığı bir yerdi. Eskiden Taş Köprü'den kale
şeklindeki şehre girmek için yapılan kapı varmış burada. Bir inşaat yapımında
kapının yan sütunları bulunduğunda anlamıştık, binlerce yıl önce gerçek bir
kalenin kapısı olduğunu kale kapısında.
Kalekapısı
dendiğinde akla gelen çeşmeye ağzımı minik avucumda toplanan buz gibi soğuk
suya dayayıp içtiğim anları büyük bir keyifle hatırlıyorum bazen... Sular
gözlerime, yüzüme her yerime sıçrardı; ıslanmadan su içemezdim. Bakır zincirle
sabitlenmiş bir bardak vardı, ondan herkes içiyor diye içmezdim. Şimdi, musluk
takmışlar o tarihî çeşmeye. Ona küsmüştüm; bir zamanlar o da kapalıydı, kör
tıpa vurulmuştu çeşmeme...
Kalekapısı'ndan
biraz geride, Taş Köprü'nün tam çıkışında Abidin Paşa caddesi vardı, hâlen var.
Cadde tamamen taşlarla döşeliydi. Taş Köprü'nün taşları ile aynıydı o taşlar.
Şimdi hem köprü hem de Abidin Paşa caddesi asfaltla katledilmiş.
Abidin
Paşa Caddesi, bana büyüdüğümü, tek başıma bir yere gidebileceğimi hatırlatan
bir caddeydi. Trafik ışıkları yoktu, şimdiki gibi ters, yani dışa doğru
akmıyordu. "Köşe başını dönünce indir beni Şoför Amca!" demiştim yedi
yaşımda tek başına dükkâna gitmeye karar verdiğimde.
Sıkıntı
Takip et: @SonsuzArk
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.
- Sonsuz Ark Yayınlarının Kullanımına İlişkin Önemli Duyuru için lütfen tıklayınız.