Sonsuz Ark/ Evrensel Çerçeveye Yolculuk
"Gözleri dolmuştu babamın. Anlattıklarının bir kısmını aklım erdiği için hatırlıyordum, büyük bir kısmını da birçok kez ondan dinlemiştim. Bu nedenle de kentlerin ruhuna sinen karanlığı çocukluktan beri tanıyordum. Kentler ‘Dağdakiler’in planladığı her şeyin denenmek için uygulandığı ve Ovalar’a dağılmadan önce olgunlaştırıldığı Vadiler’di."
İlk öğretmenim babamdı; babaların ne kadar önemli olduğunu anlatabilmek için bunu hep söyleyeceğim. Elbette annelerin de öğrettiği şeyler kalıcıydı, ama babalar hayatın tam içindeydi o zamanlar. Ondan öğrenmiştim ilk sistem analizini. Devletin düzeni alt üst olmuştu bir kere; Amerika’nın dünyanın her yerinde uyguladığı askerî darbe sistematiği böyle işliyordu. Önce terörle devleti zayıflat, sonra askerî darbe ile yeniden düzenle. Yeryüzünde babam gibi milyonlarca darbe kurbanı sıradan insan vardı.
‘Bir
albayı Belediye Başkanı yaptı sıkıyönetim!’ dedi babam öfkelenen sesiyle. ‘29
Eylül 1980'de 6. Kolordu Kurmay Başkanı kurmay bir albay Adana Belediye Başkanı
oldu. Bu albayın solcu olduğunu sonradan öğrendik, emekli olduktan sonra da
Demokratik Sol Parti kurucu üyesi, Parti genel sekreteri ve Adana milletvekili
yaptılar. Acaba hangi subay hangi cenahtaydı? Allah bilir, ama albay bizim dükkânın,
Kızılay Caddesi’ndeki bütün dükkânların, toptancıların ekmek teknesine öyle bir
tekme vurdu ki…’
Sustu kısa
bir an, sağ elindeki tesbihi bileğine doğru çekti, iki eliyle gözlerini
sıvazladı, sonra bileğini aşağı doğru sarkıtarak eline kayan tesbihini çekmeye devam
etti:
‘Yüreğir
ve Seyhan Ovalarının tüm köyleri, bizim dükkânın bulunduğu tek semte gelir;
alışverişlerini yapar giderlerdi. Haftada bir şehre gelen köy dolmuşları,
sabahın erken saatlerinde bizim dükkânın karşısına, Kızılay Caddesi’nin
kenarına park ederlerdi. Köylüler, bana alışveriş listesini bırakır, sonra
çarşıya dağılırlar, diğer ihtiyaçlarını giderirlerdi. Akşama da gelir çuvallara
koyduğum şekeri, çayı, mercimeği, pirinci alır giderlerdi. Bizim can damarımız
köylülerdi. Parası olan verir; olmayan ya buğday ya da pamuk hasadına
bırakırdı. Neredeyse altı ay demekti bu, enflasyon bilmez kimse o zaman. Albay,
köy arabalarının Kalekapısı’na, Kızılay Caddesi’ne girişini yasakladı. Taşköprü’yü
geçmeleri yasaktı karşı taraftaki köy arabalarının. Bu yandakiler de gelemez
olmuştu. Ne kadar esnaf varsa o semtte felç oldu. Ödediğimiz 50 bin liralık
vergiyi eş dosttan temin etmişiz, borçlanmışız, nasıl ödeyeceğiz; kara kara
düşünmeye başladık. Koca koca toptancılar batmamak için, köylere servis
çıkardılar; biz yerimizde saydık, gide kala komşu evlere ekmek, deterjan, sana
yağı satmakla geçinmeye çalıştık; olmadı. Bir daha boynumuzu doğrultamadık.’
Annem
tutamadı kendini, ‘Çocuklar yorgun, gerisini sonra anlat!’ dedi babama.
‘Dur,
Anne!’ dedim gülümseyerek. ‘Bir daha ne zaman dinlemek nasip olur Allah bilir,
ben her dinlediğimde ayrı ayrı dersler çıkardım babamın anlattıklarından; her
seferinde yeni bir şeyler hatırlıyor ve ekliyor. Bana göre babamın anlattıkları
‘Yakın Tarih’ dersleri. Daha doğrusunu kimden öğrenebiliriz ki?’
‘Yorgunsunuz,
Oğlum!’ dedi annem. ‘Sizin için dedim!’
‘Sağ ol
Anne!’ dedim gülümseyerek.
‘Kenan
Evren evladımızın rızkına da darbe indirmişti. Sonradan çoğu toptancı küçüldü,
battı gitti!’ dedi babam sesindeki derin hüzünle. ‘Hani Adana derler ya;
herkese, her gelene kucak açan bereketli memleket, işte o Adana o günden beri
rahat yüzü görmedi. Bugün de büyük bir köy gibi, devletin yetim, sahipsiz
çocuğu hâlâ. Allah, rızkı alır da verir de. O dükkân kimlere vesile olmadı ki…
harçlığı, işi olmayan, evinde ekmeği, yağı kalmayan kimin derdine derman olmadı
ki? Köyden gelen yoksulun ilk durağıydı. Tanıdık ağalara gönderirdim geleni;
sucu, aşçı, patosçu, hergeleci diye. Geçmiş zaman. Menemen yapardım, bazen
bulgur, küçük tüpte. Ufacık tavadan yetişen doyururdu karnını!’
Bilirdim,
o menemenden ben de yemiştim.
‘Varlıktan
darlığa düşmek zordur; elim alışmış harcamaya!’ dedi babam eski zamanları
özlemle hatırlayan bir sesle. ‘Dükkân parasız bırakmaz adamı; ama işte rızık
kesilince tıkanıp kalıyor insan. Dükkân kirasını ödemekte zorlanınca, mahalleye
taşıdım ekmek teknemizi. On beş senenin acısı, tatlısı geldi geçti gözlerimin
önünden; yas gibiydi o günler. Evin bir odasına taktık darabayı. Bir vakit de
öyle idare ettik. Fakat, çok zordu o seneler. Allah, düşmanımın o raddeye
düşmesine mâni olsun, diye dua ederim. 95’e kadar emekli etmediler bizi… BAĞ-KUR
ilk 1971‘de kuruldu. Mecburî kaydolduk. Ne sağlık hizmeti veriyor ne de emekli
ediyor; başlangıçtaki şartları da değiştirdiler, uzadı bizim emeklilik.
Primleri ödeyemiyoruz, çoluk çocuk perişan!’
Gözleri
dolmuştu babamın. Anlattıklarının bir kısmını aklım erdiği için hatırlıyordum,
büyük bir kısmını da birçok kez ondan dinlemiştim. Bu nedenle de kentlerin ruhuna
sinen karanlığı çocukluktan beri tanıyordum. Kentler ‘Dağdakiler’in planladığı
her şeyin denenmek için uygulandığı ve Ovalar’a dağılmadan önce olgunlaştırıldığı
Vadiler’di.
‘Yeter
şimdilik!’ dedi babam hafifçe titreyen, yumuşamış, geçmişe dargın sesiyle. ‘Tadı
damağımı yakıyor o vakitlerin. Ruhum daralıyor yine. Allah, müsebbip olanlardan
rahmetini esirgesin; çok can yandı ölenden başka, çok aile harap oldu. Sağ-sol
bitti, Türk-Kürt, terör soktular hemen içimize. Sonra din düşmanlığı başladı. 80
darbesi kanatıyor hâlâ!’
Sonra kahvesinden
son yudumu aldı ve suyunu içti, ‘Eline sağlık, Kızım!’ dedi, sonra anneme
dönerek gülümsedi: ‘Hadi biz de kalkalım Hanım!’
‘Eline
sağlık Kızım, kahve çok güzel olmuş, ama bakalım bu vakitsiz kahveden sonra uyku
tutacak mı?’ dedi annem elindeki örgü şişlerini ve orlon yumağını el çabukluğu
ile paket yaptı ve masanın üzerine koydu.
‘Afiyet
olsun!’ dedi karım annemin kalkmasına yardım ederken.
Babam
kalkmış ve 'Allah hepimize rahatlık versin, hayırlı geceler!' diyerek odasına doğru yürümeye başlamıştı, annem de arkasından... Ben de
hemen evin içine geçerek koridor lambasını yakmıştım, onları aynı dualarla odalarına uğurlamış ve sonra da valizimin
bulunduğu salondan kolyeyi alarak pantolonumun sağ cebine koymuştum.
Biraz
sonra balkonda yalnızdık karımla. Gece biraz daha kendine benzemeye başlamıştı.
Gerçek bir sessizlik vardı bahçede ve uzaklardaki ormanda. Sedirlerden birine
oturduk. İşlerden çocuklardan bahsettik.
Karımın
kolyeyi unuttuğunu düşünmeye başlamıştım ki, yeniden sordu: ‘Nerede kolyem?’
Gayri
ihtiyarî güldüm ve kolyeyi cebimden çıkarak ona uzattım: ‘Burada!’
Karım
ilgiyle kolyeyi eline aldı, elinde çevirdi, inceledi ve üzerindeki yazıyı önce sessizce,
sonra sesli bir şekilde okudu: ‘We loved with a love that was more than love-
Aşktan öte bir aşkla sevdik’
Sonra
duygularını belli etmeden, ‘Çok sade ve güzel bir kolye!’ dedi. ‘Sen takar
mısın boynuma?’
Sıkıntı
Takip et: @SonsuzArk
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.
- Sonsuz Ark Yayınlarının Kullanımına İlişkin Önemli Duyuru için lütfen tıklayınız.