13 Temmuz 2024 Cumartesi

SA10855/SD3180: Sıkıntı (Roman); 8. Bölüm-Dere 9

Sonsuz Ark/ Evrensel Çerçeveye Yolculuk

"‘Öyledir. Uzaklaşmaktır hayat; dosdoğru bir nüve ile doğan insan için. İnsan kalabalığından yayılan alışkanlıklarla bezenerek saflıktan uzaklaşmaktır yaşamak. Alışkanlıklarla dolu bir maşrapadır hayat!’"

Ev, iş, çevre ve insanın kendi içinde olan şeyler, insanın Allah ile olan ilişkileri ve hemen her şey alışkanlıklara dönüşünce, Şeytan ile olan ilişkileri de alışkanlıklara dönüşüyordu; aynı hataları tekrarlıyordu insan, onun neye inandığının bir önemi yoktu.

Bir Hristiyan ‘teslis’i sorgulamayı akletmiyordu, bir Yahudi insana dönüştürdüğü ve adını anmaktan korktuğu bir ‘Tanrı kompleksi’nin ürettiği şizofrenide delirdiğini ve insanlıktan uzaklaştığını fark etmiyordu, bir Sufist kâinatı idare ettiğini düşündüğü şeyhine ulaşmak için arada kalan bir sürü ‘halka şeyh’i neden andığını merak etmiyordu, bir Budist ya da bir Hindu ânda yaşayan kendisinin daha önce kim veya ne olduğuna ve sonra kim veya ne olacağına bir türlü karar vermediği halde reenkarnasyondan kuşkulanmıyor, bir Ateist ise dünyada neden var olduğunu cevaplayamadığı halde belirsizlikle beslenmeye devam ediyordu. 

Her şey alışkanlıklardan ibaretti, ne var ki alışkanlıklar oldukları gibi kalmıyorlardı insanın ruhunda, deliriyordu insan.

“Alışkanlıklar maşrapasında geçirilmiş dakikaların değiştirelemezliğini gördüğünde insan, bağırır; değişmemişliğin alışkanlıklara yüklenmiş kemiklerinde, kas gibi sarınmış her ne varsa alıp fırlatmak ister. Yılların dokunduğu ruhu, yere düşmüş bir ok anlatmaz insana; yorgun yolculuğunun bitmesini bekleyen bir umutsuz tasvir eder. Umutsuz, çünkü; Allah’a dokunmayı, devlete dokunmak sanan bir ahmaktır!” diyordu ‘Dere Yazarı’ ve iyi bir insana dokunuyordu incitmek istemezcesine:

“Alışkanlıklarına yapışmış iyi bir insanın, her seferinde maşrapasından dökülenler, ağzından, gözlerinden, ellerinden sıçrayan bir iyi niyet gösterisini resmeden ayrıntılardır. Kimi anlarda, maşrapasına bakıp, maşrapasını ters çevirip alışkanlıklarını döktüğünde insan, pişmanlıklarının içinde yüzen iyilik kırıntılarını aramaktadır çâresizce. Teselli aramaktadır geçmişte; geleceğe dair bir yüz bakımlığı, bir ışık, bir nur istemektedir mahşerin karanlığında parıldayacak olan!”

Uyarıyordu iyi insanı ‘Bekçi’:

“Allah’a dokunmak, Allah’ın emir ve yasaklarına bakan alışkanlıklar üretmektir. Öğrendiğinde insan, anladığında insan, artık geri dönüşsüz bir zenbile yüklenmiştir; öylece yürümektedir. Geri dönmek ve her seferinde yeniden fırlamak ve sonsuza dek iyilik biriktirmek vaadi ile yalvarmaktadır Allah’a, alışkanlıklar maşrapasını iyilikle doldurmayan insan. Zenbil geri dönmeyecektir artık; maşrapadan yükünü sürükleyecektir göğe…”

Alışkanlıklarının içinde kaybolup gitmeye yüz tutan namaz kılan Müslümanlara bakıyordu:

“Vakitlenmiş duaların sığınağı namaz, vakitlenmemiş dualardan uzakta ise, insan zihninin en ücra köşelerinden çıkıp gelen iblisin fısıltılarına kulak vermiştir insan. Yalnızlık, iblisin fısıltılarına kulak vererek, şah damarından daha yakın olan Allah’a dokunmak istememektir; insan bunu bilir, çok iyi bilir. Alışkanlıklara yüklenmiş kemikler isyandan biriktirilmiş kaslara sahiptir ancak… Kaçamaz!”

‘Bân’ın otomatik büyük giriş kapısı açılırken, ‘Dere Yazarı’nın sözleri çıkıyordu dudaklarımdan:

‘Öyledir. Uzaklaşmaktır hayat; dosdoğru bir nüve ile doğan insan için. İnsan kalabalığından yayılan alışkanlıklarla bezenerek saflıktan uzaklaşmaktır yaşamak. Alışkanlıklarla dolu bir maşrapadır hayat!’

Evimizi buraya yapmamızın sebebi de buydu aslında, bağımsız alışkanlıklar edinmek, kemikleşmiş alışkanlıkları sorgulamak. Çoğunlukla yoğun geçmiş gündüzlerin baskı altına aldığı insanların geceleri düşünmeleri için doğa rahatlatıcı fırsatlar sunuyordu. 

Ama bu benim için böyleydi, evin yeri için birlikte karar alsak da karım için aynı anlama geliyor muydu şu sıralar emin değildim, çocuklar için şimdi olanlar birer alışkanlığa dönüşecekti ve onlar daha başka şeyler isteyeceklerdi; en azından onlar için şehirlerin kalabalığından kaçmanın imkânı artık vardı, bunu biliyorlardı, teselli edici olan da buydu.

‘Dere Yazarı’ insanı yalnız yakalamak için şehirlerin kalabalıklaştırıldığını, kast sistemlerinin oluşturulduğunu ve tarlasız geçimini sağlayamayan insan için diğerlerine hizmet edecek ya da diğerlerine hizmet ettirecek bir kent yapısı oluşturulduğunu anlatıyordu. 

Maskeli Samirîler şehirlerin merkezine her dinin kendi tapınaklarını inşa ediyorlardı, bütün dinlere aynı şekilde uyguladıkları strateji tekti; Tanrılarına ibadet ettiklerini düşünen insanların baktığı yerler tapınaklar olunca şehrin bütün noktaları artık şeytan için nadasa bırakılmış verimli topraklar haline geliyordu. Tapınakların içini ve tapınak görevlilerini de istedikleri gibi yetiştiriyorlardı ve insanı hem tapınakların içinde hem de dışında kurdukları tuzaklara çekiyorlardı.

‘Bân’ bağımsızlık demekti bizim için; kendi ihtiyacımız olan hemen her şeyi kendimiz üretmeye çalışıyorduk ve bu şehir hayatına göre gerçekten zordu. Zaten hiçbir bağımsızlık kolay elde edilemiyordu. 

Kapı sesini duyan çocuklar yine koşuşturmuşlardı arabaya doğru. Arabayı durdurdum. Neşeyle bindiler arabaya.

‘Yarın hangi câmiye gidiyoruz Baba?’ diye sordu arka tarafa oturan büyük oğlum.

‘Yine geciktin Baba!’ dedi küçük oğlum, araba sürmek için direksiyona doğru eğilirken. ‘Ne zaman araba süreceğim?’

Saat 20.20’ydi. Karım balkondan bakıyordu; yüzünde dalgın bir ifade vardı. Babam ve annem sedirlerden birine oturmuşlardı. Babam tesbih çekiyordu, annem de yine örgüsüne devam ediyordu.

Arabayı park ettim, küçük oğlumu omuzlarıma alarak merdivenlerden tırmanmaya başladım. Her iki omuzumdan sarkıttığı bacaklarını sallayarak ‘Anne, bak!’ diye bağırıyordu dört yaşındaki bu küçük insan. ‘Dede sen de bak, Neneeee babamdan daha uzun oldu boyum!’

Yemekte mercimek çorbası, taze yaprak sarması, salata ve ayran vardı. Sarmayı annemle yardımcımızın karısı birlikte sarmışlardı. 

‘Çok güzel olmuş, elinize sağlık!’ demiştim de Babam, ‘Güzel sarma yapmayı bilen kadınlar hayatı da güzel yaparlar evladım!’ demişti gülümseyerek.

‘Afiyet olsun Evladım!’ diyen annem de sanki sözleşmişler gibi Babam’a dönmüş ve ‘Yeri gelir allâme-i cihan olur kadın, kendisi gibi olmayan kocasını tahta taşır, yeri gelir allâme-i cihan olur erkek, okuma yazma bilmez karısını başına taç eder!’ demişti. ‘Yeter ki birbirlerini sevsinler ve birbirlerine saygı göstersinler!’

‘Afiyet olsun!’ diyen Karıma bakmıştım o ara, dalgındı ve sadece gülümsüyordu.

‘Gelinim de güzel sarma yapar!’ dedi Annem babamın boşalan ayran bardağını doldururken. ‘Çorbası da salatası da çok güzel olmuş!’

‘Gelinim prensestir!’ dedi Babam. ‘Bize iki güzel torun verdi, üçüncüsü de geliyor inşallah!’

Anlamadığım bir şeyler oluyordu. Karım suskundu, annem ve babam hiç olmadığı kadar birbirlerine güzel sözler söylüyorlar, bana mesaj veriyorlardı. 



<< Önceki                      Sonraki>>


[09.07.2024, (8/19 (706))]

Lütfen gitmek istediğiniz bölümü tıklayınız:


Seçkin Deniz, 13.07.2024, Sonsuz Ark, Sıkıntı, Roman

Sıkıntı





Sonsuz Ark'tan

  1. Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. 
  2. Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
  3. Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.
  4. Sonsuz Ark Yayınlarının Kullanımına İlişkin Önemli Duyuru için lütfen tıklayınız.

 

    

Seçkin Deniz Twitter Akışı