Sonsuz Ark/ Evrensel Çerçeveye Yolculuk
"Yalanların kollarına tutunmuşken insan, kendisine, insanlara ve Allah’a bakamazdı. Ancak kendisi gibi olanlarla inerdi ruhunun zilletine; haram yer, yoksulların hakkına göz dikerdi. Sağırlar ve dilsizler gibi bakardı Allah’ın kanıtlarına; bilmediği yerlerden yavaş yavaş gelecek olan felaketlere hazırlıksız yakalanacağı güne dek yalan söylerdi."
Yarım saatten fazla sürmüştü yemek. Normal, gündelik sohbetler yapmıştık, ama içimi kemiren merak beni rahat bırakmamıştı. Yemek bitiminde de Babam hariç çocuklar dahil yemek masasını birlikte topladık; mutfağa taşıdık tabakları, tencereleri, sürahileri.
Çay demlenmişti, karım çay bardaklarını hazırlıyordu mutfakta. Çay servisini yaparken yardım etmek amacıyla mutfağa gittim. Karıma neden durgun ve dalgın olduğunu sordum. Yüzüme baktı, kırgın ve hüzünlü bir ses tonuyla, ‘Baban da annen de artık İD’yi biliyor!’ dedi.
Öyle kalakalmıştım. ‘Nasıl oldu, nasıl öğrendiler?’ dedim gerilen sesimi baskı altına alarak. Karım gayet sakin bir şekilde anlatmaya başladı:
‘İD, Kô’da küçük oğlumuzla sohbet etti bir ara, ‘Babanın bir arkadaşıyım’ demiş, o da biz eve gelince heyecanla dedesine anlattı, ‘sapsarı saçları vardı, gözleri masmaviydi’ diyordu anlatırken, annen de yanındaydı. Baban bana İD’nin kim olduğunu sordu, ben de senin iş arkadaşın olduğunu söyledim. ‘Ne işi var senin yanında, okulda?’ diye sordu ondan sonra. ‘Tanışıyorduk zaten, Adana’ya gelince benimle de görüşmek ve konuşmak istemiş’ dedim ben de. Hepsi bu kadar!’
Her şey anlaşılmıştı; zaten benim başıma gelenleri her zaman en son ben duyuyordum. Gülmek istedim bir an, tutamadım kendimi ve güldüm. Karım şaşırmıştı, ‘Neden gülüyorsun?’ diye sordu biraz da kızarak. ‘Çok mu hoşuna gitti?’
Gülmeye devam ettim, gülerken de, ‘Neden başıma gelenleri her zaman en son ben duyuyorum?’ diye sordum. ‘Cevval, CIA, MİT, İD ve en son küçük oğlum başıma ne işler açıyorlar baksana, olan biteni de en son ben duyuyorum!’
O da başladı gülmeye, ‘Ben de senin gibiyim sanırım!’ dedi.
Annem ve Babam seslerimizi duymuşlardı. Babam seslendi:
‘Çay demlendi mi Kızım?’
‘Hazır, geliyor Baba!’ dedi Karım heyecanlı bir sesle. ‘Oğlun günün yorgunluğunu atıyor da!’
Karım mesaj gönderiyordu babama; ne güzel bir iletişim sistemi kurmuşlardı. Ben arada mesaj mağduru. Babam ve annem gelinlerini övüyorlar, babam tarihî bir iş yaparak annemi övüyor.
Çay tepsisini aldım, aheste aheste balkona çıktım. Karım mutfakta kalmıştı, sonra da çok yorulan çocukları yatırmak için odalarına götürmüştü. Annem gözlüklerinin üstünden bana bakıyordu, babam da sırtını sedirdeki kenar yastığına dayamıştı, keyifle tesbihini çekiyordu.
‘Misafirin ne oldu oğlum?’ dedi babam, sesindeki ince ironiyi saklamadan. ‘Misafir edeydik burada?’
Çay tepsisini masaya koyarken, ‘Gelinin Kô’da ağırlamış Baba!’ dedim hiç bozulmadan. ‘Ama önce sabah kahvaltısı ikram etmiş baraja karşı. Ben karşılaşma şerefine erişemedim!’
Annem bir kaşını kaldırmıştı, Babam da yerinde doğruldu birden, ‘O nasıl oluyor, senin iş arkadaşın değil mi? Madem karşılaşmadınız, neden gelmiş de karınla, çocuklarınla görüşüyor?’ diye sordu bir nefeste.
Sesi sertleşmişti biraz, ama hakikaten garip bir durumdu. İzaha muhtaç çok şey vardı. O güne dek babama veya bir başkasına yalan söylememiştim, çünkü yalan en nefret ettiğim şeylerden biriydi. Bir şeyi ayrıntılarıyla anlatmak istemediğim zaman bunu karşımdakine söylerdim. Herkesin her şeyi bilmesi gerekmiyordu. Yalan söylemek şeytanî bir hastalıktı çünkü; bunun yerine söylemek istemediğiniz şeyi söylemezdiniz olur biterdi.
Babamla artık kendi karakterine bezenmiş bir iletişim biçimimiz vardı. Fazlasını söylemek istemediğimi hissettirdiğim zaman üstelemezdi, ama annem öyle değildi. Hiç ilgilenmez gibi görünür, her şeyi duyar, görür ve hiç alakasız bir zamanda kısa birkaç cümleyle bana söylemek istediklerini söylerdi.
Ortada nahoş bir durum vardı. İD bunu asla anlayamazdı; ‘İş arkadaşıyız işte ne var bunda?’ der geçerdi, ancak bizim kültürümüz onun normallerini normal olarak kabul eden bir kültür değildi; o kafasına göre takıldığı için bugün ben burada ciddî bir sıkıntı yaşıyordum.
‘Karşılaşamadık, çünkü benim çok yoğun bir iş günüm vardı Baba!’ dedim çay bardağımı masaya koyduğum tepsiden alırken. ‘Ayrıca Ankara’daki şirket için gittiğim Richmond’da o da vardı. Bilirsin ‘aşırı muhabbet tez ayrılık getirir’ derler, herkesle her dakika görüşecek hâlim yok!’
Ben de masanın kenarlarına dizili olan arkalıklı gürgen sandalyelerden birine oturmuştum. Babam tavrımdaki sertliği anlamıştı, ama ek cevaplar bekliyordu.
Birkaç şey daha anlatacaktım, ama sonrasını da düşünmek zorundaydım, biliyordum ki vereceğim cevaplar sorunu ileriye doğru sürükleyecekti ve bu konu bir yara olarak sürekli kaşınacaktı. Çünkü olanlar normal değildi.
İnsanların neden yalana başvurduklarına çok kez şahit olmuştum ve yalanla ilgili analizler yapmıştım. İnsan aklının, zihninin en büyük kaos kaynağı, sonraki düşüncelere, hayallere ve güzelliklere ve iyiliklere açılan bütün kapılarını kapattıran, geçmişe uzanan kollarını kıran tek düşmanı yalandı.
Yalanın bindiği kısrak her an doğururdu; her an yıkanırdı kötülükler çağlayanında. Bir tek arınmış ân kalmayana dek uzatırdı insanı iblisin boyunduruğuna. Doğrunun, gerçeğin insan aklını sakinleştiren, dinginleştiren renklerini birer birer yok ederken yalan, önden sunduğu süslü itibarın arkasına saklanır, geçici faydalar ikram eder, ânlık tehlikeleri savuşturur ve herkesi özellikle yalan söyleyenin bizzat kendisini hep ilk seferinde inandırırdı.
Ama yalan tek seferle yetinmezdi. Ölümün soğuk fısıltılarını duyana dek insan, içinin doğurduğu her yalanı örümcek ağları gibi ince ağlarla diğer yalanlara bağlardı; o ağlarla kurduğu bağlarda sadece şarap olacak üzümler yetiştirir, sarhoş eden, hayaller kurduran ve iç çökerten bir yalnızlık mağarası inşa ederdi.
İnsan ruhunun sarılıp ağlamak istediği güvenli gövdelerin cılızlaştığı her vakitte, insanlık, yalanların yalnızlaştırıcı çirkinliğine dokunmuş, dokunarak onu her zerresine taşımış olmanın bedelini ödüyor olurdu. Güven erir, dinginlik tedirgin olurdu; yalanlar yeri ve göğü saran simsiyah dumanlar gibi gerçeği görünmez hâle getirirlerdi.
Çocukların öğrenerek büyüttükleri en verimli ağaçtı yalan. Ve hayvanların asla bilmeyeceği, bulaşmayacağı bir kötülüktü. Ruhunu her arzulayana sonsuz bir heyecanla bağışlayan ve ele geçirdiği her fikri, her düşünceyi sonsuz yüze bürüyen karakteriyle yalan Allah’a ve adalete yapılmış en büyük isyandı.
Yalanların kollarına tutunmuşken insan, kendisine, insanlara ve Allah’a bakamazdı. Ancak kendisi gibi olanlarla inerdi ruhunun zilletine; haram yer, yoksulların hakkına göz dikerdi. Sağırlar ve dilsizler gibi bakardı Allah’ın kanıtlarına; bilmediği yerlerden yavaş yavaş gelecek olan felaketlere hazırlıksız yakalanacağı güne dek yalan söylerdi.
Oğullarından, kızlarından, mallarından, canından, sevdiklerinden bin bir feryatla, nefretle boynuna dolanacak olan bir yılan gibi kıvrılıp geldiğinde yalan, kadınların erkeklere sunduğu bütün güzellikler gibi, putperestlerin taştan tanrılarına sunduğu tüm değerli sunaklar gibi göz alıcıydı, görkemliydi. İnsan kolayca kapılıyordu yalanın şehvetine.
Sıkıntı
Takip et: @SonsuzArk
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.
- Sonsuz Ark Yayınlarının Kullanımına İlişkin Önemli Duyuru için lütfen tıklayınız.