21 Temmuz 2024 Pazar

SA10868/SD3189: Sıkıntı (Roman); 8. Bölüm-Dere 12

Sonsuz Ark/ Evrensel Çerçeveye Yolculuk

"Gerçek ‘sıkıntı’ buydu işte. İncitmemek ve incinmemek; bir insanın hayatını sınırlayan, düşüncelerini çevreleyen en temel amaçlar olmalıydı."

Karım da balkona çıkıyordu, ben namaz kılmak için salona geçerken koridorda karşılaştık, ‘Mahkemeyi kurdu annemle babam!’ dedim ona. ‘İfademizi verdik, şimdi yatsıyı kılmaya ve sonra uyumaya gidiyorum!’

Üzüldüğümü anlamıştı karım. ‘Tamam!’ dedi yumuşak bir sesle. ‘Çok yorgunsun zaten. Ben de balkona çıkıyorum, çay içeceğim muhterem mahkeme üyeleriyle!’

Durdum, yüzüne baktım gülümseyerek. Beni teselli ediyordu şimdi de. Onun da bir suçu yoktu. İncinmesini istemezdim. ‘Sen de unut artık konuyu!’ dedim fısıltıyla.

‘Tamam!’ dedi o da fısıltıyla. ‘Allah kabul etsin namazını. Hayırlı geceler!’

Kaçıyordum, bunun herkes farkındaydı; benim için bu gece hayırlı geçecek gibi görünmüyordu, ‘hayırlı geceler’ diyerek karşılık verdiğim karım için de.

Bu hikâyede kim incinmemişti ki? Bütün okların hedefindeki tek kişi ben olduğuma göre, en çok incinen ben olmalıydım; ama öyle görünmüyordu. 

Bu Poe Müzesi’nde yaşadığım dalgalanmanın bir sonucu muydu, profesyonel iş hayatında kadının kontrol edilemez etkilerinin bir sonucu muydu? Sağlam duvarlarla ulaşılamaz hale getirdiğim iç dünyamı sarsan şey bir erkeğin bir kadınla yürüttüğü uzun süreli iş süreçleri miydi? Tercüman olmadan işimi göremez miydim?

Yerli ya da yabancı şirketlerle iş yapıyorduk ve onların personel politikalarını ben belirlemiyordum. Lyon’daki şirket yöneticisi gibi, bazen doğrudan muhatap olduğum birçok kadın vardı. Kısa kaçamaklar için açıkça ve kolaylıkla kur yapıp geçiyorlardı bazıları, bazıları da duvarlarımı hissettiklerinde sessizce geçiştiriyorlardı dürtülerini.

Bütün bunları karım, annem, babam, kardeşim çok iyi biliyordu; ama buna rağmen beni yargılayabiliyorlardı. Kim bilir belki de hak etmiştim, ama sınandığımı düşünüyordum. Belki de Adem’den bu yana erkeklerin kadınlarla yaşadığı her şeyin tasarlanmış bir parçasına denk gelmiştim. Güçlü erkeklerin etrafında olmak isterdi birçok güzel kadın.

Karım da farkındaydı gücün çekim etkisinin. Geçmişte de kıskandığı şeyler olmuştu söylediğine göre, ama sanırım bu kez farklıydı durum. Çünkü o da gelişen olaylardan etkilenmişti. 

‘Ah, Cevval!’ diyordu içimde binlerce ses. Biliyordum; Cevval, İD’yi durduramazdı, mutlaka bir yolunu bulurdu İD. Her şey Torino-Lyon hattında geçen iki günlük iş takviminde taşmıştı İD’nin içinden. İşimi yapmıştım oysa, o da öyleydi; ilgisini, güzelliğini fark etmemiştim. Öyle bakmıyordum çünkü.

Hayatım, kimseyi incitmemek üzere tasarlanmış bir altyapının üzerine inşa edilmiş düşünce ve emek ürünü süreçler bileşimiydi. Allah’a hesap verecektim ve bu hesabı verirken varlığından rahatsızlık duyacağım şeyler olmamalıydı. Ama işte olmuyordu, kusurlu sonuçlar üretecek kadar zayıf yaratılmıştık.

Yatsı namazını karışık düşüncelerle kıldım, zihnimi toparlarken zorlanıyordum. Şeytan’ın iş planı her zaman işe yarıyordu işte, Allah’ın yoluna oturmuş, fısıldayıp duruyordu. Dudaklarımda nasıl akıp gittiğini bilmediğim İhlas, Felak, Nas ve Fatiha sureleri defalarca tekrarlanıyordu; olmuyordu, uyuyamıyordum, çok yorgun olmama rağmen yatakta dönüp duruyordum. 

Gerçek ‘sıkıntı’ buydu işte. İncitmemek ve incinmemek, bir insanın hayatını sınırlayan, düşüncelerini çevreleyen en temel amaçlar olmalıydı.

İncindiğimi hissediyordum; başka hiçbir şeye benzemeyen ve beni çok derinden sarsan bir incinmeydi bu.

‘Dere Yazarı’nın notları ince bir işçiliğin ve gören bir aklın eseriydi, diğer notları gibi ‘şiddet’ temelli notları da o ânda beni hırpalayan duygu ve düşüncelerimi yansıtıyordu.

“İnciten her şey şiddettir. İnsanı, hayvanı, bitkiyi, toprağı, havayı, ateşi, suyu ve Allah’ı inciten her şey şiddetin ruhunu taşır!” diyordu. “Allah, incinmez insan gibi, insanın ve cinin yapıp ettiği hiçbir şeyden. Yarattığı her varlık için sınırlarını koyduğu hak diyarına tecavüz ederek yaratılmış her bir zerreyi inciten, Allah’ı incitmiş olur ancak. Allah’ın kendi hak diyarına müşrik olarak, âsi olarak da girer insan; onu değil kendini incitir. Her dahlinde, her teşebbüsünde yaratılmış olan nefsine zulmettiği için, kendisini incittiği için, incittiği kişi Allah değildir!”

Nefsime zulmediyor olabilir miydim?

“Bakışların yaydığı anlamlara yüklenen şiddetin, sesin yaydığı şiddetten bir farkı yoktur. Harflerin yüklendikleri şiddet, doğurganlık sathında yürüyebildiği yerlerin belirsizliği ve sınırsızlığı yüzünden hem sesin hem de bakışın şiddetinden, her ikisinin yerel şiddetini yüklenmiş halde daha büyük bir şiddet üretir.”

Şiddete maruz kalıyordum sanırım:

“Bakışların ve seslerin yayıldıkları alan dardır ve her iki kaynağın ürettiği şiddet evrenin kıyılarından bile geçemeyecek kadar küçüktür, insan sınırlı ihlallerden sorumludur; kişiseldir, sayılı kişilerle ilgilidir. Fakat yine de incittiği için ağırdır; insanı kaçınılması mümkün olmayan bir muhasebeye mahkûm eder.”

Ama muhasebenin en ağırını ben yapıyordum. Belki de Chapel Island’de kontrol edemediğim ‘beğenen’ bakışlarımın ürettiği bir tür karmaşık şiddetti.

“Bir bakışla yürüyen fiziksel şiddetin izleri, bir sözle üreyen felaketlerin, katliamların derinliklerine sızdığında, şiddeti akan kanla, alınan canla ölçmek mümkün değildir; çünkü şiddet evrenin kıyılarını aşmıştır. Çünkü; şiddet hak alanlarında gezinmektedir ve Allah’ı incitmektedir.”

Allah’ı mı incitmiştim?

“Birine vurmak, birine alevlerle dolu bakışlarla dokunmaktan daha ağır değildir. Birini sözle incitmek de birinin kafasını ya da kolunu kırmaktan, gözünü morartmaktan daha fena değildir. Fiziksel şiddetin ulaştığı yerle, bakışlarla, sözlerle cesamet bulan şiddetin ulaştığı yer farklı değildir çünkü!”

Şiddete çok geniş bakıyordu ‘Bekçi’, analitik düşüncenin en uç örneklerini izliyor gibiydim:

“Harflerin döktüğü çakıl taşlarında yürüyen şiddetin rengi daha karanlıktır; daha çok uzun yol alır insanlığın önündeki tarihte. Geçmişe ve geleceğe iliştirilmiş bütün sınırlı şiddet çeşnilerinin kayıtlarını tutar harfler. Bilmeyenlere şiddetin rengini, cinsiyetini ve ırkını öğrettikleri gibi yönünü de belletirler. Gittikleri, gidecekleri yol, öncekilerden öğrenilmiş olanların iz taşlarını belirledikleri yoldur. Nasıl dövülür insan, nasıl öldürülür, nasıl işkence edilir, nasıl bakılır, nasıl söylenir incitmek için; bu yol, harflerin yolu, tek tek tüm ayrıntılarına kadar öğretir harflerin döktüğü çakıl taşlarına basarak yürüyen insana.” 


<< Önceki                      Sonraki>>


[10.07.2024, (8/25 (712))]

Lütfen gitmek istediğiniz bölümü tıklayınız:


Seçkin Deniz, 21.07.2024, Sonsuz Ark, Sıkıntı, Roman

Sıkıntı





Sonsuz Ark'tan

  1. Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. 
  2. Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
  3. Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.
  4. Sonsuz Ark Yayınlarının Kullanımına İlişkin Önemli Duyuru için lütfen tıklayınız.

 

    

Seçkin Deniz Twitter Akışı