Sonsuz Ark/ Evrensel Çerçeveye Yolculuk
‘Dere Yazarı’ insanlık tarihindeki
şiddetin köklerine iniyordu:
“Şiddetin en büyüğü olan öldürmeyi yasaklayan Allah, düzen bozuculuk, zulümden ve her türlü şiddetten korunma dışında bir hak tanımamıştır insana. Öldürerek elde edilen servetler ya da mülkler, saltanatlar her türünden birer ganimetse eğer, Allah bunu yasaklamıştır; yeter ki sınırlarını belirlediği sebepler olmasın. Fakat öldürmekten daha büyük bir şiddet daha anlatmıştır Allah; zulüm…”
Toparlıyordu sonra düşüncelerini:
“Bakışların, seslerin ve harflerden
oluşan yolların ürettiği şeyler insanın esaretine giden çağrılara aracılık
ederek insanı incittiklerinde yapılan şey ‘zulüm’ ise, eylemlerin çıngırağına
asılan diğer şeyler bu zulmün ancak tezahürleri olabilirler; asılları değil.
Sesten üremiş şiddetin, kana tahvil edilmiş olması gerekmez. Haksız yere
bağırmak da zulümdür, haksız yere kaş çatmak da. Bir çocuğun masum yanaklarında
patlayan tokat, o çocuğun ruhunun derinliklerinde kanayan bir söz yarası
bırakmaktan daha ağır olamaz. Ekilenler, renkleri ne olursa olsun şiddetin
tohumlarıdır. Bu tohumlar hem içeriden hem dışarıdan beslendikleri için gizli
gizli büyüyecekler ve filizlenip meyveye duracaklar.”
Notların yürüyen aklı hüküm
cümlelerine ulaşıyordu hiç şüphe doğurmadan, üstelik kesinlikle doğru
diyebileceğimiz bir formda:
“O halde hiçbir bakış, hiçbir ses
ve hiçbir harf dizisi şiddetin kuşatıcı ruhundan uzak değildir. Bakış, ses ve
harf bir adam öldüremez, ama onu öldürmekten daha büyük bir zulme, esarete
maruz bırakabilir. Kanunların ürettiği şiddetle, kitapların ürettiği şiddet,
öğrenilmiş, öğretilmiş şiddetin semerini taşırlar.”
Şimdi ben şiddete mi maruz
kalıyordum? Ya da başkalarına şiddet mi uyguluyordum?
“Yine de en tehlikeli şiddet,
şefkatin kollarına sürülmüş olan şiddettir; zehirler. İnsan, şefkate ulaşmak
için şiddetle didişir. Kaidedir; şefkate muhtaç olanın şefkate ulaşmak için
şiddeti göze alması gerekir. Duyguların yanlış terbiyesi ile tutkulara,
saplantılara dönüşen içsel şiddetin, duygular bir şefkat sunağında reddedildiğinde
doğması kadar insanlığı inciten hiçbir eylem yoktur.”
Karım ve İD benden şefkat mı
bekliyordu? Birine gösterdiğim şefkat neden diğerini incitsindi ki?
“Bu hâlle hiçbir insanın şiddetten
uzak kalmasından bahsedilemez. Merhametin eksildiği yerlerin hepsi, şiddetin
kurak topraklarını sulak arazilere çevirirler. İnsan, şiddetle ve zulümle de
sınanır. İnsan için tek çıkış kapısı hayat denen yığıntılarda, merhametin
sesiyle yürüyen tövbelerin bulunduğu yerdedir. Ne kadın ne de erkek değil;
insandır şiddetin mağduru!”
En son dudaklarımdan fısıltıyla
çıkan söz ‘Allah’tı; bunu hatırlıyordum. Ancak sabah namazı için kalktığımda geceden
kalan hiçbir şey yoktu aklımda.
Evde sabah namazı için atılan
adımların seslerini duyarak uyanmıştım ve güneşin doğmasına çok az bir süre
kalmıştı. Karım, annem, babam ve büyük oğlum namazlarını kılmışlardı.
Karım, ben yataktan kalkarken
girmişti odaya. Ne zaman geldi ne zaman kalktı, farkında değildim.
‘Hayırlı sabahlar!’ dedi
gülümseyerek. ‘İyi misin? Geldiğimde uyuyordun, sabaha kadar da döndün durdun
derin uykunda!’
‘Sanırım incinmişim ya da
incitmişim!’ dedim zor duyulur bir sesle.
Karım durdu, yüzüme baktı, ‘Sen
kimseyi incitmezsin ki?’ dedi. ‘Niye kendine zulmediyorsun?’
‘Sen üzüldün!’ dedim. ‘Annem,
babam, hatta İD üzüldü işte ya!’
Mutfağa geçerken, ‘Boş ver, herkes
kendi üzüntüsüyle başa çıksın!’ dedi Karım sevecenlikle. ‘Acele et, güneş doğacak, namazını
kılamayacaksın!’
Onun bu tepkisiyle içim
serinlemişti biraz, abdest alıp sabah namazını kıldıktan sonra, balkonda
dedesiyle sohbet eden büyük oğlumun seslerini duymaya başlamıştım, o âna kadar
sanki bütün duyu organlarım felç olmuştu. Karım, annem, babam iyi görünüyordu,
muhtemelen İD de gündelik hayatına başlamıştı İstanbul’a döner dönmez; peki ya
ben?
Anlıyordum ki incinen bendim. Onlara
göre zayıf olduğum için incinmiştim. Bu bir çelişkiydi ama. Hiçbir zaman zayıf
olduğumu düşünmedim ve hissetmedim, neden-sonuç ilişkilerini bu kadar
önemsemek, kimseyi incitmemek için dikkatle konuşmak ve davranmak ve düşünmeden
davranmamak zayıflık değildi. Katı kalpli olup birçok insanın yaptığı gibi boş vermek
de zayıflık değildi.
Ne var ki, böyle davranınca incinen
ben oluyordum. Himalaya dağlarında bir kelebeğin çırptığı kanat okyanusta
kasırgalara neden olabilirdi, evrendeki kaldıraçlı ya da geometrik çarpanlı sistem
böyle işliyordu. Allah’a hesap verecektim ve…
Mutfaktan gelen karım düşüncelerimi
kesti neşeli sesiyle:
‘Baban ve oğlun içiyor, sıcak süt
ister misin, Mühendis?’
‘Yanında bal da var mı, Mimar Kız?’
dedim ona uyarak.
‘Ben varım, yetmez mi?’ dedi serin
sesiyle.
Kadınlar erkeklerden güçlüydü,
bundan emindim artık. En çok sarsılması gereken karım kendini toparlamıştı ve
benim de toparlanmam için çaba gösteriyordu.
‘Arıların Torosların zirvelerinde yaptığı
‘Bal’ gibi mi, yani?’ dedim. ‘Çam Balı, şifa niyetine?’
‘Evet!’ dedi karım gülerek. ‘Şifa
niyetine. İyileş, çünkü seni böyle görmek beni üzüyor, yoruyor ve bütün
heyecanımı yok ediyor!’
‘İyileşelim hemen!’ dedim ben de. ‘Sen
üzülme, yorulma ve heyecanını asla kaybetme! Ama… sütü içtikten sonra uyumak
istiyorum ben!’
‘Tamam!’ dedi Karım odadan çıkarken.
‘Sütünü ve balını buraya getiriyorum!’
Annem bin yılda bir kez aklıma
gelen nazlarımı çekerdi, Karım da öyle. Birazdan sütü getirdiğinde ‘İşte süt!’
demiş ve sonra kendisini göstermişti:
‘İşte Bal!’
Ve sonra arkasına sakladığı diğer elindeki bal kâsesini uzatmıştı. Ben içinde tatlı kaşığı bulunan kâseyi almaya kalktığımda da vermemiş, kâseyi elinde tutacağını söylemişti.
Yatağın üstüne oturmuştum; birkaç yudum
süt içiyordum, bir tatlı kaşığı bal yiyordum.
Bütün ısrarlarıma rağmen, süt bitene kadar karım ayakta elinde kâseyle bekledi.
Sıkıntı
Takip et: @SonsuzArk
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.
- Sonsuz Ark Yayınlarının Kullanımına İlişkin Önemli Duyuru için lütfen tıklayınız.