4 Ağustos 2024 Pazar

SA10892/SD3205: Sıkıntı (Roman); 8. Bölüm-Dere 16

Sonsuz Ark/ Evrensel Çerçeveye Yolculuk

"Arapça bilmek İngilizce bilmek kadar övünülecek bir şey değildi çünkü sömürgeleştirilmiş dünyada. Birleştiren Arapça yerine, ezberlenen sureler ve dualar ruhlarının uzağından geçip gidiyordu Müslümanların."

‘Bekçi’ çekip alıyordu olan biteni tek tek:

“Zenginin ve fakirin ayakkabılıktaki ayakkabısına, şemsiyesine, el çantasına takılan aklı, namazların ruhunu eşit derecede zedeliyor. Bir namaz ne kadar çok hızlı kılınırsa, câmiden ne kadar çabuk çıkılırsa yük o kadar büyük bir hızla eksiliyor gibi geliyor insanlara. İlk önce gelip en son çıkan yaşlıların samimiyetine sorulacak soru şu olmalı: “Sen gençken de böyle miydin?” Büyük câmilerin yaşlı soncuları da çok fazla değil. Yetim gençliğin yapayalnız bıraktığı büyük câmilerin ederi bu…”

Mesailerin arasında sıkıştırılarak zorlaştırılan Cuma namazlarına dikkat çekiyordu:

“İş gününe zorlanan bir değerli gün; Cuma Günü. Koşar adım şadırvanlar doluşur insanların zihnine. Mesailerin öğle arasına sıkışmış zorundalığını abdest için asılacak ceketlerin ceplerine, bırakılacak gözlüklerin camına sıçrayan suya, kurulanmadan giyilen çorapların kokusuna, tıkış tıkış ilerleyen abdest kuyruğuna ve klimaların yüzlerce kişinin nefesini soğutup-ısıtıp birbirlerinin ciğerlerine üflemesine borçlu olan mecburlar.”

Sistem ve demokrasi eleştirisine uzanmıştı sözcükleri:

“İktidarlara itiraz edemeyen sessiz mütedeyyinler, açılıp kapanan dudaklarındaki sessiz ezberlerin ne dediğinden de habersizler. Arapça duaların, sûrelerin yakınına bile uğramayan bir hız ve anlam boşluklarına doldurulmuş itaat ve ibadet ritüellerine sırılsıklam sarılan bir sessizlik.”

Ve yaşlıların nedenlerine bakıyordu kısaca:

“Bacakları ve dizleri bükülemeyen yaşlıların ölüm korkusuna sürüklendikleri câmilerde bilinebilir duaları edebildiklerini görürsünüz. Gelecekte yaşlanacak herkesin benzer dualarıdır bunlar.”

Camilerde kadınlar için neden özel mekân yapılmadığını da sorguluyordu:

“Ve olmayan kadınlar. Câmilere sığamayan kadınlar. Küçük mescidlerin ve küçük câmilerin perdeyle ayrılmış teravihlikleri olmaksızın, büyük câmilerin perdeye yer bırakmayan açıklığında meraklı bakışlara ezilen kadınlar, saklı namazlarının ruhuna uymayan bir tedirginlikle hızla dualarını saklayarak, gözlerini yumarak koşup gidecek gibi dururlar.”

Bambaşka bir alan açıyordu gençler için, câmiler evlenecek gençler için de birer görme-tanışma yeri olabilirlerdi. Parklar, pastaneler, barlar olabiliyorken üstelik:

“Çeşme başlarında, dere kenarlarında, kafelerde, okullarda parlayan aşklar, câmilerde namaz kılmak için bir araya gelecek olan gençlerin gözlerine mümin beğenilerden beslenecek ihtimallere kapalıdırlar. Câmiye giderken eşleşecek ruhlar, câmide ayrılmış yerlerde namaz kılacaklarsa da, namaz kılan eşler bulacaklar, ama bulamıyorlar.”

Siyaset-Devlet-Din ilişkilerine de kısa bir göz atıyordu ‘Dere Yazarı’:

“Vaizlerin, imamların güne uzak, geçmiş zamanın ruhuna uyan söylevlerinde, resmî yüzünden okumaların, geleneksel bayatlıkların, dayatmaların ve faydası câmiden uzağa gidemeyecek olan tehditlerle yoğrulu bir iticiliğin ve cenneti hatırlatmayan asık suratların eserleri yankılanır. Kulaklar ilk cümlelerden sonra uzaklaşan birer hayalet bırakırlar geride. Sevap çarpanları, cehennem çukurlarıyla çarpışır gecekondu câmilerinin duvarlarında ve uzun, çok minareli zengin câmilerin yüksek kubbelerinde.”

Müslümanların namaz kılarken kullandıkları dili anlamamalarını sorguluyordu:

“Yahudilerin İbranice, Hristiyanların Latince dua ederken, öğrendikleri, bildikleri ve anladıkları dua dili, dua edenlerine, Arap olmayan Müslümanların anlamadıkları, anlamak için zahmet etmedikleri, câmideki, namazdaki Arapça kadar uzak değildir. Müslümanlar, anlamadıkları dilde dualar ederken, namaza ve birbirlerine hep yabancılar. Öğrenmek için çaba sarf ettikleri hiçbir şey kadar önemli değildir dualarının dili. Müslümanlar, kısaca namazdaki yabancılardır aslında. Dünyadaki bütün Müslümanlara yabancılıkları da bundandır sadece. Onlar yabancı kalmayı seviyorlar. Mümin erkek ve mümin kadınlar oysa birbirlerinin dostu olmak zorundadırlar. Küçük mescitlerin, küçük câmilerin ve büyük sanatkâr eseri câmilerin cemaatleri ortak bir tek bu duyguda buluşuyorlar; birbirlerine yabancı olma duygusu onları birbirinden hızla uzaklaştırıyor!”

Arapça bilmek İngilizce bilmek kadar övünülecek bir şey değildi çünkü sömürgeleştirilmiş dünyada. Birleştiren Arapça yerine, ezberlenen sureler ve dualar ruhlarının uzağından geçip gidiyordu Müslümanların. ‘Dere Yazarı’nın can yakan tespitlerine söyleyecek bir şey yoktu.

Cuma namazından sonra biraz daha kaldık camide. Babam torunlarına burada geçen zamanından bahsetti. 

‘Evden erkenden çıkar, sabah namazını kılardım burada, dükkân biliyorsun az ilerideydi, öğle, ikindi, akşam ve en son yatsı namazını da kılarak eve dönerdim!’ dedi hasret dolu bir sesle. ‘Ne güzel günlerdi o günler ne bereketli bir zamandı!’

Ulu Cami’den çıktıktan sonra yaklaşık yüz yüz elli metre kadar dosdoğru doğuya doğru yürüdük, sola karşıya geçtik, babamın dükkanının bulunduğu, Kalekapısı’na doğru uzanan sokağa girdik. Hemen sağdaydı dükkân, darabanın bulunduğu yere duvar örülmüştü ve bizim dükkân caddeye bakan dükkânla birleştirilmişti.

Kısa bir ân duraladı babam, uzun uzun örülen duvara baktı. ‘İşte burasıydı ekmek teknemiz!’ dedi çocuklara.

‘Duvar örülmüş ama Dede!’ dedi küçük oğlum. ‘Dükkân artık yok!’

‘Evet; artık yok, tam otuz dört senedir yok!’ dedi babam sesindeki hüznü saklamadan. ‘Hadi gidelim artık!’

Sokağın sonundaki -artık musluk takılı olan- akar çeşmeden su içtik ve sola döndük, az ileride sağdan Abidin Paşa Caddesi’ne çıkacaktık. Caddeye çıkmadan hemen sağda bir esnaf kebapçısı vardı; temizdi, eti iyiydi, güzeldi salataları.

‘Kim kebap yiyecek?’ diye sordum çocuklara.

İkisi de heyecanla, ‘Ben, ben!’ diye bağırdılar.

Babam ve ben kuşbaşı kebap söyledik, çocuklar kıyma kebap istediler; kıyma kebap ağızlarında dağılıyordu çünkü. Babam hiç kıyma kebap yemezdi, ‘İçine ne kattıkları belli olmuyor, oğlum!’ derdi. ‘Bağırsak koyan oluyor, başka şey koyan oluyor, anlamıyorsun, ama kuşbaşı öyle değil!’

İçecek olarak da babam ve çocuklar ayran istediler, ben acılı şalgam. Önce salatalar geldi, küçük küçük atıştırdık, arkasından kebaplar gelmeye başlayınca bizim Küçük Beyefendi, ‘Baba dondurma da yiyecek miyiz?’ diye sordu hemen. 



<< Önceki                      Sonraki>>


[10.07.2024, (8/33 (720))]

Lütfen gitmek istediğiniz bölümü tıklayınız:


Seçkin Deniz, 04.08.2024, Sonsuz Ark, Sıkıntı, Roman

Sıkıntı





Sonsuz Ark'tan

  1. Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. 
  2. Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
  3. Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.
  4. Sonsuz Ark Yayınlarının Kullanımına İlişkin Önemli Duyuru için lütfen tıklayınız.

 

    

Seçkin Deniz Twitter Akışı