10 Ağustos 2024 Cumartesi

SA10904/SD3212: Sıkıntı (Roman); 8. Bölüm-Dere 17

Sonsuz Ark/ Evrensel Çerçeveye Yolculuk

"Ölüm, yaşanmışların doğurduğu hiçbir şeyi koparıp atacak güce sahip değildi. Kızarmış gözlerin gizli gizli ağlanmış zamanlarda biriken şeylere parmağını uzattığını görenler, ağıtsız, vedasız bir özgeçmişin bütün içtenliğine o an şahitlik ederlerdi."

‘Yersiniz inşallah!’ dedi Babam elini onun başına koyarak. Sonra bana döndü, ‘Bir gün anneni de gelini de alalım hep beraber yiyelim şu kebabı oğlum, boğazımdan geçmiyor!’ dedi. 

Dışarıda kebap yemenin tadı başkaydı, evde mangal yapmanın başka. ‘Tamam!’ dedim babama. ‘Annemi sen ikna edersen olur!’ 

Annem de severdi dışarıda kebap yemeyi ama masraf olur diye de durdururdu bizi, kurtulamamıştı babamın iflas ettirilişi sonrası çektiği sıkıntıları hatırlamaktan.

‘Bu kebapçı yeni!’ dedi Babam hüzün dolu bir sesle. ‘Benim zamanımda yoktu. Kızılay Caddesi'nde bir İşhanı’ndaydı bizim kebapçı. O da şimdi yok!’

Çocukların duyacağı kadar hafif sesli bir şekilde ‘Bismillah!’ diyerek yemeğine başlayan babamın geçmişi andığı bu gibi durumlarda ağıt yaktığını düşünürdüm hep. Her seferinde içindeki derin hüznü algılardım. Boğazında kalmıştı hayat. Paranın hesabını yapmadan yerdi, yedirirdi yakınlarına, yoksullara, yolda kalmışlara. Sonra da 12 Eylül’ün darbecilerinin Adana ekonomisine vurduğu darbenin sessiz kurbanlarından biri olmuştu.

Binlerce yılın ticaret merkezi olan Kalekapısı semti terk edilmiş bir viraneler mezarlığı idi artık. O tarihî iki veya üç katlı ahşap binalar yerle bir edilmişti.

Babam ve çocuklar kebaplarını yerlerken ben onları izliyordum. Geçmiş ve gelecek arasındaydım; babam ve çocuklar. Bir gün biz de ölecektik ve bu döngü şimdiyi yaşayanlar için hiç değişmeyecekti. Mekânlar ve insanlar yaşayan için asla yok olmazdı.

Babam bağıra çağıra değil, sessizce, imgelerle, sesindeki tonlarla yakardı geçmişe ağıtlarını… Geçmişiyle vedalaşmak değildi amacı; her seferinde geçmişin kendisinde kalan ve Allah’tan başka hiç kimsenin bilmediği izlerini severdi bu anlarda. 

Onu sadece nenem öldüğünde sesli ağlarken görmüştüm. O dağ gibi adam kendini tutamamıştı; yedi yaşında ve sonrasında kalan yetim günlerin hatıralarından çıkarıp alamamıştı kendisini. Annesi onun her şeyiydi. Sonraki günlerde annesini anarken de hep acı dolu tebessümlerle anlatırdı bize annesiyle dopdolu çocukluğunu, gençliğini… ağıt yakıyor diyemezdim o zamanlarında.

Geçmişe, ölülere yakılan ağıtlarla ilgili çok farklı düşüncelerim vardı. Ağıtlar bir tür vedalaşmaydı bana göre; daha çok bağıran, yırtınan bir an önce unutmak isteyendi. Unutmak ve geleceğin sorunsuz, çakıltaşsız, çapaksız bakışlarından geçmişin çekirge ayaklarını çekip fırlatmak ve geçmişte kalan kişiye bağlı bütün canlılıkları yok saymaktı ağıt yakmak. Ama babamınki öyle değildi; kahır dolu bir yalnızlığın acılarıyla kendiliğinden patlamıştı sesi.

Yok saymak, yok sayarak bağımlılığın keskin sınırlarını aşmak ağıdı var kılan esastı; paralı ağıtçıların, gönüllü ağıtçılarla örtüşen asıl görevi de buydu.

Vedalaşmalar, unutmak isteyenler içindi. Tarihe ve insana karşı hatırlamak gibi bir yükten kurtulmayı seçenlerin, özgüven denilen suçtan arınmış ya da suça bulaşmamış özgün ruhların taklitçisi olmak gibi bir seçenekleri olduğunu sanmaları dolayısıyla ağıtların reklamcı genlerine duydukları ihtiyaç hiçbir zaman değişmemişti.

Ölülerin arkasından dökülen gözyaşları, gösterilen ilginin gücüyle değer kazanıyordu. Ne kadar çok gürültü varsa o kadar çok acı resmederdi ağıtlar; o kadar çok aldatılır sanılırdı ölülerin aldatılmayan ruhları.

Aldatılanlar, çoğunlukla aldatıldıklarını çok bilen dirilerdi. Birbirlerini doğru anlarlardı.

İlk kez nenemin cenazesinde ölçme fırsatı bulmuştum daha önceki taziye ziyaretlerimizin karşı tarafa nasıl yansıdığını. Biz samimiyetle giderdik babamla. Ölenin hatıralarını yâd ederdik rahmetle; teselli olsun isterdik ölü yakınları için.

Ne yazık ki nenemin taziyesinde gördüğüm ve ölçtüğüm şeyler çok farklıydı; yas tören yerlerinin nâkıs, bezdirici ve esefle ikiyüzlülük üretici karakterinde, ağıtlardan üretilen karşılıklı çıkarların aklı da vardı işin içinde.

Ödünç verilmiş ağıtlar, tıpkı taziye evine götürülen çay, şeker, yağ, et ve benzeri şeylerde olduğu gibi, bir gün bir başka ölünün ağıt töreninde geri alınmak üzere tasarlanmıştı: ‘Ben sana, sen de bana!’ 

İyilik, ölümün doğurduğu acıyı, kopuşu paylaşarak azaltmak, ağıt törenlerinin, taziyelerin siklet heybesinde mevcut değildi. Dirilerin gösteriş merakı ağıtların sahte vedalarında kendini teşhir ederdi. Saklı kalma özelliği yoktu.

Görüyordum. Ağıtlar bir tür vedalaşmaydı; daha çok bağıran, yırtınan bir an önce unutmak ve hayatına devam etmek isteyendi. Ölünün ruhlarında bıraktığı izlerdeki günahkâr paylarını sessizce geçiştiremeyenlerin, herkese duyurdukları seslerindeki sahte acı, diğerlerinin, ölümün hayattan ayıran keskinliğini hissetseler bile, anılarından kopmak istemeyenlerin kulaklarında patlardı.

Ölüye yürüyen duyguları kaskatı kesildiğinde, ölünün sağdan soldan fısıltılarla dökülen hatıralarında tekrar tekrar teselli bulanların kulakları bu patlayışlarla acıyı derinleştirirdi. Ağıtçıların samimi duygulara yaptığı en büyük kötülük de buydu.

Ölüm, yaşanmışların doğurduğu hiçbir şeyi koparıp atacak güce sahip değildi. Kızarmış gözlerin gizli gizli ağlanmış zamanlarda biriken şeylere parmağını uzattığını görenler, ağıtsız, vedasız bir özgeçmişin bütün içtenliğine o an şahitlik ederlerdi.

Ölünün arkasından yürüyen duyguların sahipleri ölülerin ruhlarından alacaklı olmadıklarını bilirlerdi. Ölülerin ruhlarının alacaklı oluşları onları tedirgin etmezdi. Bir an önce unutulmak istenen günahlar yoktur bu yürüyüşte. Hatırlamak ve ölümü unutmak, ölüme, ölünün öldüğüne inanmayarak unutmak için çarpan kalplerin sesi duyulurdu bu yürüyüşte. Ağıtların sahte kurgularından yayılan vedaların, gerçek birer veda olmadığını oradaki herkes, ağıtçılar dâhil herkes bilirdi, çok iyi bilirdi.

Bitmeyen ağıtlar vardı toplulukların tarihlerinde. Bitmeyen ve her yıl tekrarlanan ağıtlar. Tekrarlandıkça dirilerin çıkarlarına, birbirleri ile ilişkilerine yön ve güç veren ağıtlar. Şiirlerle, duruşlarla, marşlarla, şarkılarla diri tutulan ölünün öldüğü her gün, sonraki her yıl için yeni bir arınmaydı, yeni bir bağışlanmaydı, yeni bir vedalaşma ve yeni bir çıkar ilişkisiydi.

Putların çarkına dişli üreten dirilerin birbirlerine baka baka birbirlerini aldattıklarını herkes bilirdi. Onların ağlayacak ölüsü kalmamış ölüler için her yıl yeniden ve ısrarla, ağıt törenleri ile birbirlerini ağırlamalarının esası buydu. Paralı ağlayıcılar yerine parayı ağıtlarının arasına sıkıştırılmış bir ödül olarak bekleyenlerin en iyi, en kusursuz törenleri, ölünün günahlarını bilerek ve o günahları diri tutarak ilerlemek isteyen sahtekâr dirilerin icadıydı.

Ağıtlar bir tür vedalaşmaydı; iyiliklerden, doğru düşüncelerden, ruhlarındaki en duru, en insan özelliklerden bağıra, çağıra kaçıp kurtulmak isteyenlerin tören sesleriydi. Unutmak ve geleceğin sorunsuz, çakıltaşsız, çapaksız bakışlarından geçmişin çekirge ayaklarını çekip fırlatmak ve geçmişte kalan kişiye bağlı bütün canlılıkları yok saymak, ancak ölüden faydalanmaya devam etmekti ağıt yakmak. O yüzden ödünç veren ağıtçıların sesini herkes duyardı. Tutulan yas hesapların erkenden derlenmesi içindi.

Ölünün arkasından yürümekte ısrarlı olan duyguların sahipleri asla ağıt yakmazdı; yas tutmazdı.

‘Neden durdun, Oğlum?’ dedi babam. ‘Soğursa tadı kalmaz!’ 



<< Önceki                      Sonraki>>


[08.08.2024, (8/35 (722))]

Lütfen gitmek istediğiniz bölümü tıklayınız:


Seçkin Deniz, 10.08.2024, Sonsuz Ark, Sıkıntı, Roman

Sıkıntı





Sonsuz Ark'tan

  1. Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. 
  2. Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
  3. Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.
  4. Sonsuz Ark Yayınlarının Kullanımına İlişkin Önemli Duyuru için lütfen tıklayınız.

 

    

Seçkin Deniz Twitter Akışı