Sonsuz Ark/ Evrensel Çerçeveye Yolculuk
"Aileler yetiştirdikleri çocuklarla birer dere gibi toplumları besliyorlardı; toplumlar insanlık vadilerini canlandıran ırmaklardı. Dağdakilerin amacı her bir insanlık vadisine akacak olan dereleri ve ırmakları kirletmek, kurutmak ve çölleştirmekti."
Aydın tezgahlarında tek tek övülerek satılan ünlü isimleri hepimiz biliyorduk. Fakat çoğumuz o sahte övgülerin heyecanlı inananları olmakta çok hevesliydik, ama ben hiç değildim. Uzlaşıya başkaldırdığım o günü çok iyi hatırlıyordum.
Din bezirganlığı yaparak seçim kazanan, halkın umutla oy verdiği siyaset cambazının kuyruğunu kıstırarak kaçıp gittiği o gün, 28 Şubat 1997’de, on dört yaşımda başkaldırmıştım. Çünkü Allah’a inanan insan Allah’ın düşmanları ile uzlaşamaz ve sıkıştığında da kuyruğunu kıstırarak kaçamazdı.
‘Dere Yazarı’ ustalıkla örüyordu metnini:
“‘Bir ve Benzersiz’e doluşan, ona hayasızca yaklaşan, birliğini ve benzersizliğini, kendi ifritten akıllarınca kendileriyle dolduran ve karanlığı büyük bir iştahla çağıran mistik rahiplerin kadınların kadınlığına tav olduklarında gözlerinde büyüyen vahşet, hâz alevlerine dönüştüğünde her şey açığa kavuşur, her şey bir anlık hâz çığlığı ile apaçık görünür; dudaklar söner ve gerçek doğar. Gerçek, kıskanç bir tanrı hayâli ile çiftleşen alçakların dudaklarından dökülür. Ve parıldar uzlaşının alnındaki çirkinlik. İnanılmaz görünür binlerin, milyonların peşlerinden koştukları çirkef. Ancak geri dönüş imkansızdır, ruhunu İblis'e satmışların uzlaşıyla buldukları devlet; sadece ihanettir, sadece cehennemdir!”
O cehennemi yaşamıştık beş yıl boyunca.
“Uzlaşı bir ihanettir; sadece ve sadece tapınılmak için dosdoğru olandan parça parça ödün vermektir, mistik rahiplere. Bir gün göklerin efendisi olmak için, bugün hakikatin tek tek ayet ayet örtülmesine izin vermektir; hakikatin asla vaat etmediği bir karanlığın, içine dolmasına izin vermektir!”
Arabaya bindiğimizde hepimiz sıcaktan bunalmıştık. Adana’nın meşhur nemli sıcağı hepimizin nefesini kesmişti.
‘Şu klimayı icat edene de rahmet okumak lazım!’ dedi Babam sağ ön koltukta emniyet kemerini takarken. Küçük oğlum öne oturma konusunda ısrar edecek gibi olsa da büyük oğlumun ters bakışlarıyla arka tarafta onunla oturmak zorunda kalmıştı.
Geldiğimiz yoldan geri dönüyorduk Bân’a. Çok kısa sürmüştü dönüş; buna rağmen klimanın serinliğine dayanamayan babamla küçük oğlum uyumuş, büyük oğlum da telefonunda bir şeyler araştırmaya dalmıştı.
Yolda bir fırının önünde durmuş, annemin ve çocukların sevdiği tırnaklı pide ile karımın sevdiği taş fırın ekmeğinden almıştım. Ekmeğimizi kendimiz yapsak da bazen dışarıdan da alıyorduk. Babam annemin sacın üstünde pişirdiği mayalı mısır ekmeğinden asla vazgeçmezdi.
Mayalı mısır ekmeğini ben de çok severdim. Çocukken çok kez Adana’nın o meşhur biber salçasından sürüp yediğim zamanları asla unutmazdım. Hele bir de yanında taze ya da turşu süs biberi varsa hiç dayanamazdım. Sabahları kahvaltı yaparken annemin üzerine tereyağı sürerek verdiği sıcak mayalı mısır ekmeği çayla çok daha lezzetli oluyordu.
Annem gibi eski kadınların nesli tükeniyordu. Karım da bir geçiş dönemi nesli olarak o eski kadınlardan biri gibiydi; gerektiğinde ekmeğini kendi yapıyordu, ineği kendisi sağıyordu. ‘Yoruldum’ dediğini hiçbir zaman duymamıştım. O yüzden o eski kadınlar çok değerliydiler.
Ama artık günümüzde her kadına aynı yüksek değeri vermekte ısrar etmenin bir anlamı yoktu. Bazı kadınlar süs içindi; bunlardan annelerimizin, kız kardeşlerimizin, eşlerimizin hassasiyetleri beklenemezdi. Çağ hızla değişiyordu ve NATO’yla uzlaşanlar bugünü tasarlamışlardı; yetmiş yılda istisnaları olsa da değersiz ve karaktersiz nesiller yetiştirmeyi başarmışlardı.
Aileler yetiştirdikleri çocuklarla birer dere gibi toplumları besliyorlardı; toplumlar insanlık vadilerini canlandıran ırmaklardı. Dağdakilerin amacı her bir insanlık vadisine akacak olan dereleri ve ırmakları kirletmek, kurutmak ve çölleştirmekti.
Şirketler, dernekler, cemaat ve tarikatlar, yasal ya da yasadışı bütün örgütler aileleri hedef alıyor, onların çocuklarını birer av olarak seçiyor ve her yolu deneyerek toplumları istedikleri gibi değiştirmek ve şeytanın amaçlarına hizmet edecek hale getirmek için çalışıyorlardı; hükümetleri belirlemek ve yönetmek istemelerinin de amacı buydu.
15 Temmuz’da askerî darbe yapmak için yarım yüzyıl boyunca gizlice sürdürdüğü, bütün toplumsal katmanlarda dal budak salan örgütlenmesiyle FETÖ bütün yöntem ve teknikleri kullanan en zehirli yapıydı. 15 Temmuz belki NATO’nun durdurulan bir askerî darbesiydi, ama Satanizm durdurulabilmiş değildi. Dereleri zehirlemeyi başarmışlardı.
Evlerin içinde, sokaklarda, okullarda, iş yerlerinde ve daha birçok yerde insanların arasında büyük bir çatışma vardı; büyük bir depremden önce yerin derinliklerinden gelen o dehşet verici uğultu gibi bir uğultu kol geziyordu bu ülkede. İnsanların diğer insanlardan duydukları sesler, hiç kimsenin isteklerini anlatmıyordu; istekler karınlardan yükselemeyen seslerde kilitlenmişti, onların zıddı ulaşıyordu kulaklara.
İnsanlar konuşamıyor ve anlaşamıyorlardı; sürekli itiyorlardı birbirlerini, incittiklerini dahi düşünmeden. Geçen her gün dışlanmış, aşağılanmış duygular birikiyordu. Olumsuzlukları görmekten, onları konuşmaktan ve birbirleriyle didişmekten başkaca şey yapmayan insanların ruhları yavaş yavaş ölüyordu. Ruhların ölürken topluca çıkardıkları o dehşet verici uğultu bebelerin kulaklarını zehirliyordu. Asıl depremi bebelerin sebepsiz haykırışları haber veriyordu; onların masum ruhları canhıraş feryat ediyordu.
Toplumların temeli ailelerdi; bireyler değil. Kurumsallığını yitirmiş ailelerle doluydu güzel ülkemiz. Anneler ve babalar ne yaptıklarının farkındalar ne de çocuklarını nasıl yetiştireceklerini biliyorlardı. Cehaletin tasarlanarak genlere işlendiği böyle bir ülkede doğrunun nerede durduğunu bilen olmazdı. Kokuşmuş ölçülerle değerlenen her şey gibi, insanlar da çürüyorlardı. İki yüzyıldan beri ailenin temeline vurulan darbeler, cehaletin gücüyle beslenerek fertleri öldürüyorlardı.
Ne yazık ki; Batı'nın asla bulamadığı, doğunun hep ihya ettiği, etmeye çalıştığı "insanlık" cehaletin koyu taassubunda katledilmişti Ve anneler, babasız büyüttüler çocuklarını. Savaşların çığlıkları asla dinmedi. Savaşların artıkları idi geride kalanların çoğu; okur yazar olmayan. Kara cübbeli menfaatdarların kuklası idi insanlar. Sonra okur yazar her türlü cübbeli "hastaların" kuklası oldular; bilenler susturuldu ve insanlar nasıl çocuk yetiştireceklerini unuttular.
Aile kurumdu ilk insandan bu yana. Anne ve babalar hep bildiklerini öğrettiler çocuklarına; onlara da bilmedikleri öğretilmişti daha önce. Ama şimdi, konuşmasını bilmeyenler konuşmayı, düşünmesini bilmeyenler düşünmesini öğretiyorlardı. Kaybolan o kutsal kurum, korkunç uğultularla dillere "deli saçmaları", kulaklara "kavga çığlıkları" aşılıyor; insanlar hep kavga ediyorlardı.
Kuşkusuz insanı yaratan, onu başıboş bırakmamıştı ve bu karmaşa sona erecekti; ancak ondan önce insana düşen şeyler vardı; okumalıydı okur yazarlar, düşünmeliydi akıllılar; bilerek yaşamalı, bilerek öğretmelilerdi çocuklara... birbirlerinden nefret etmeden, birbirlerinin ölmelerini, yok olmalarını istemeden...
Annem ve karım balkonda çay içiyorlardı arabamız bahçe girdiğinde. Önce karım kalkmıştı oturduğu divandan, sonra annem bardağındaki son yudumu içerek ayağa kalkmıştı. ‘Hoş geldiniz’ sesleri arasında bizi merdiven çıkışında karşıladılar. Çocuklar heyecanla anlatıyorlardı geçirdiğimiz saatleri.
‘Babam yine dondurma yemedi, Anne!’ diye bağırıyordu küçük oğlum. ‘Dedemle biz yedik!’
İkindiye çok az kalmıştı. Hep beraber oturduk balkonda; birer çay da biz içtik parkta oynamak isteyen çocuklar merdivenlerden coşkuyla inerken. Karım, ‘Kô’ya gitmesi gerektiğini söylemişti usulca. ‘Senin gelmeni bekledim. Sen de gelsen iyi olur!’ demişti tedirginlikle.
Kô’nun enerji sistemini güneş enerjisiyle elektrik üretecek şekilde yeniden yapılandırmıştık, sistem kurulmuştu ve test çalışmaları yapılıyordu.
‘İkindi namazını kılalım sonra gidelim!’ dedim karıma. Yorulmuştum.
‘Beşte işi bırakıyorlar!’ dedi Karım. ‘Orada kılabiliriz ikindiyi!’
İdealist ve mükemmeliyetçi yapısı az bulunur bir kadın yapıyordu onu. Derelerin kirlenmesini ve kurumasını istemiyordu. 'Kô' onun için çok önemliydi. Yorgunluğumu almıştı tatlı dili. Haklıydı, şimdi gitmezsek bir hafta süresince gitmemiz mümkün değildi; iş programım doluydu yine. Ertesi gün sabah Ankara’ya uçacaktım.
Benim arabamla ‘Bân’dan ayrılırken, karımın yüzünde güller açmıştı. Kô onu çok yoruyordu ve yalnız hissettiğini fark etmiştim.
‘Neden gülüyorsun?’ diye sordu. ‘Komik bir şey mi var?’
Gülümsediğimin farkında değildim. ‘Gülmek sesli olur bir kere!’ dedim. ‘Ona gülümsemek denir Hanımefendi!’
‘Tamam işte!’ dedi hiç tereddütsüz. ‘Neden gülümsüyorsun Mühendis?'
Direksiyonu kavradım iki elimle, gaza bastım ormanda akan asfaltı dümdüz görünce.
‘Az sonra sen keyifle ıslık çalacaksın ya!’ dedim. ‘Onu düşündüm de ondan!’
Tepki vermedi önce… sonra orman kuşlarından öğrendiği ıslıklardan birini çalmaya başladı içtenlikle gülümseyerek.
En güzel müzik buydu bence.
Ama ben ıslık çalmayı bilmiyordum işte.
Lütfen gitmek istediğiniz bölümü tıklayınız:
[Giriş] [1.Bölüm-Gök] [2.Bölüm-Yer] [3.Bölüm-Cennet] [4.Bölüm-Cehennem] [5.Bölüm-Dağ] [6.Bölüm-Ova] [7.Bölüm-Vadi] [8.Bölüm-Dere]
Sıkıntı
Takip et: @Seckin_Deniz
Takip et: @SonsuzArk
Takip et: @SonsuzArk
Sonsuz Ark'tan
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.
- Sonsuz Ark Yayınlarının Kullanımına İlişkin Önemli Duyuru için lütfen tıklayınız.