Sonsuz Ark/ Evrensel Çerçeveye Yolculuk
"Asıl sorun da hiç değişmemişti; her devlet kendi ideolojik örüntüsünün çarklarına uygun bireyler yetiştiriyordu ve bir süre sonra devletin ideolojik temelleri zayıfladığı ve insanların beklentileri değiştiği için sistematik olarak işleyen eğitim çarkı istem dışı çıktılar üretmeye başlıyordu."
Birey, aile, toplum ve devlet bir bütündü; iyi yetişmiş, sağlıklı düşünebilen ve Allah’ın indirdiği Kur’an’la hüküm veren bir birey devletin de temeliydi. Bireylerin insan kalitesi yüksek değilse devlet de bir devlet gibi davranabilme yeteneği kazanamazdı. Bu, ailenin temeli olan erkek ve kadının, yani baba ile annenin neden çocuklarına, vatandaşlarını adil ve merhametli bir şekilde yöneten bir devlet gibi davranması gerektiğini de açıklıyordu.
‘Devlet Baba’ ya da ‘Devlet Ana’ kavramlarının toplumların zihninde bu şekilde var olması, insanların devletten beklediği adalet ve merhametin çocukların anne ve babasından beklediği gibi olmasından kaynaklanıyordu.
Böyle bir devlet hiç var olmuş muydu? Bunun bir önemi yoktu. Bir devletin nasıl olması gerektiğine dair yazılı ve yazısız tarih boyunca birçok anlatı yayılmıştı yeryüzünde. Her devlet kendi toplumunu oluşturan bireylerin kalitesi ile orantılı olarak adil ve merhametli olup olmadığını ortaya koymuştu hep.
Asıl sorun da hiç değişmemişti; her devlet kendi ideolojik örüntüsünün çarklarına uygun bireyler yetiştiriyordu ve bir süre sonra devletin ideolojik temelleri zayıfladığı ve insanların beklentileri değiştiği için sistematik olarak işleyen eğitim çarkı istem dışı çıktılar üretmeye başlıyordu.
‘Devleti idare edenler Allah’tan korkmalıdır!’ derdi babam. ‘Allah’tan korkmayan nefsine uyar, şeytana uyar, her türlü zulmü yapar!’
Allah’ın yok ettiği sayısız devlet vardı, ama insanlar bundan hiç ders almıyordu; yaşadığımız yüz yıl, önceki üç yüz yıl boyunca herhangi bir tanrıyı dikkate almayacak şekilde ilerleyen devlet inşa anlayışlarının laik-seküler olarak tanımlanma çabalarının doğal bir sonucu olarak adaletini ve merhametini yitirmiş insanları ezen devletlerle doluydu. Doğu ya da Batı, Kuzey ya da Güney fark etmiyordu yeryüzü için.
Balkonda annem, babam ve karımla çay içerken ‘Irmak Yazarı’nın günü doğru sorgulamaya yardımcı olan notlarındaydı aklım.
Babama bir roman yazdığımı anlattım. Güldü babam, ‘Senin vaiz olmanı istemiştim!’ dedi. ‘Sen roman yazarı mı oldun şimdi?’
Annem heyecanla, ‘Karışma oğluma!’ diyerek araya girdi. ‘Yanlış bir iş yapmaz oğlum!’
Ben gülümseyerek ikisini izliyordum.
Babam bu kez sesli güldü, ‘’Yanlış iş yapıyorsun demedim ki!’ dedi. ‘Vaiz yerine roman yazarı mı oldun, dedim!’
‘Karışma oğluma!’ dedi yine annem. ‘O ne yaparsa güzel yapar, iyi yapar, Allah rızası için yapar!’
Karım da onları dinlerken gülümsüyordu. ‘Ben çaylarınızı tazeleyeyim!’ dedi heyecanla ayağa kalkarken. ‘Çocuklar da uyanmak üzere!’
Babam köşeye sıkışmış gibi sıkıntılı bir şekilde gülümsedi, ‘Ben o bir şeyi çirkin yapar, kötü yapar, Allah rızası için yapmaz demedim ki!’ dedi.
Annemi kızdırmaktan hoşlanmıştı hep. Annem de bunu bilmesine rağmen her seferinde unutur gibi davranıp bu ritüeli sürdürürdü. Biz de bilirdik ki onlar sevgilerini böyle gösteriyorlardı birbirlerine; çocuklarına derin bir merhametle yaklaşıyorlardı.
‘Tamam işte!’ dedi annem yüzünü yukarıdan aşağıya doğru ciddi bir şekilde asarak. ‘Hem vaiz olup insanoğlunun tersine düzüne laf anlatmak artık fayda etmiyor; herkes aklına geleni yapıyor. Oğlum belki de yazdıklarıyla başka bir kapı açar!’
‘Açar inşallah!’ dedi babam yine gülümseyerek. ‘O kapıdan kimlerin gireceğini de sadece Allah bilir!’
Karım çayları küçük gürgen servis tepsisiyle getirmişti; önce babamın bardağını önüne koydu, sonra annemin ve sonra da benim. Kendi çayını da alarak yerine oturdu.
‘Ellerin dert görmesin kızım!’ dedi Annem. ‘Allah seni çocuklarına ve kocana, anana, babana bağışlasın!’
Karım annemi çok severdi, ‘Allah razı olsun Anne!’ dedi her zamanki utangaçlığıyla. ‘Sizlere de sağlık ve afiyet ihsan eylesin!’
Babam çayından bir yudum aldı, ‘Senin çayın başka, Gelin!’ dedi kendi üslubuyla teşekkür ederken. ‘Eline sağlık!’
‘Sağ ol, Baba!’ dedi karım. ‘Allah sizi başımızdan eksik etmesin!’
‘Roman A’raf Suresiyle başlıyor, Baba!’ dedim sakin sakin. ‘Vaizlerin anlattığına bir şey diyemem, ama onların bilmediklerini ve bilmedikleri için anlatmadıklarını ya da bildikleri halde anlatamadıklarını da anlatıyorum. Benim de bilmediğim kapılar açar belki Allah; okumak isteyenin istediği zaman alıp okuyacağı bir kitap belki de vaizleri ve anlatacaklarını beklemek zorunda kalmadan hakikate hizmet eder!’
Babamı, resmî kısıtlamalarla hakikati konuşmaktan kaçındıkları için vaizleri eleştirdiği vakitleri hatırlatarak bilgilendirmeye başlamıştım roman hakkında. Benim bir vaiz olup Allah’ın ayetlerini olduğu gibi insanlara aktarmamı istemişti babam. Allah’ın ayetleriyle hükmetmeyen bir hâkimin adil olamayacağını söylerdi, Allah’ın ayetlerini bilmeyen bir öğretmenin de çocuklara faydalı olamayacağını.
Babam ağır ağır konuştu, ‘Bilirim, oğlum Allah’ın emirlerine riayet etmekle mükellef olduğunu bilir, her Müslümanın hakikati anlatmakla mükellef olduğunu da bilir!’ dedi. ‘Ama o da hepiniz de bilirsiniz ki 15 Temmuz’da insanları vatanlarına ihanete sürükleyen kişi münafık bir vaizdi. Bir yazarın yeri başkadır, bir vaizin yeri başka. Ne fayda ki, şehitlerin kanlarıyla kurulmuş bu devlette münafık vaizlere verilen fırsat kadar insanlara Allah’ın ayetlerini hakkıyla anlatan vaizlere fırsat verilmemiştir. Bu dert bu millete de bütün Müslümanlara da yeter, başka dert gerekmez!’
Babamla bu konuda hiç anlaşamamıştık, her seferinde insanların vaizleri Cuma ve Bayram günleri camide dinlediğini, sonra da bildikleri gibi yaşamaya devam ettiklerini söylemiştim, asıl meselenin devlet aklının yürüttüğü eğitim sistemi olduğunu, insanların entelektüel bilgi birikimi elde etmek için okumaya ikna edildikleri kitapların anlattıklarının ne kadar etkili olduğunu hatırlatmıştım.
‘Münafık yazarlar da var baba!’ dedim çayımdan bir yudum aldıktan sonra. ‘Çocukları, gençleri zehirliyorlar, şeytanın hüküm alanını genişletiyorlar, Allah’tan uzaklaştırıyorlar, biliyorsun!’
‘Biliyorum, oğlum!’ dedi babam. ‘Sen bir yola koyulmuşsun, Allah işini gücünü rast getirsin, gittiğin o yol kötüdür demiyorum, Müslüman her yolun yolcusunu yetiştirmelidir diyorum. Vaizimiz de eksik yazarımız da. Hakimimiz, savcımız, avukatımız, öğretmenimiz, doktorumuz, mühendisimiz, çiftçimiz, esnafımız, tüccarımız, memurumuz, gazetecimiz, siyasetçimiz hep eksik. Bir yazar herkese ulaşamaz belki ama bir Vaiz kendisini dinlemeye gelen herkese ulaşır, Cumhurbaşkanı’na da ulaşır Vali’ye de. Yeter ki Allah’ın ayetlerini hiç kimseden çekinmeden hakkıyla anlatsın!’
Haklıydı babam, ancak kim ne anlatırsa anlatsın önemli olan kimin hakikati öğrenmek ve anlamak istediğiydi.
‘Haklısın, ancak yüzlerce şeyh, molla, hoca var baba!’ dedim sakin sakin. ‘Hepsi de hakikati anlattıklarını iddia ediyorlar, hepsinin kendi müritleri, talebeleri ve cemaatleri hatta ayrı ayrı camileri ve mescitleri var. Bir vaiz nasıl başa çıkacak onlarla? Romanda onları da anlatıyorum. Bir vaiz bunları yapabilir mi?’
Karım sadece dinliyordu, ama bir şeyler söylemek için de fırsat kolluyordu. O sırada uyanan çocukların sesleri doluşmuştu batmakta olan güneşin son ışıklarına.
‘Dedeeeee!’ diye bağırıyordu küçük oğlum. ‘Ben vaiz olacağım!’
Sıkıntı
Takip et: @SonsuzArk
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.
- Sonsuz Ark Yayınlarının Kullanımına İlişkin Önemli Duyuru için lütfen tıklayınız.