19 Ekim 2024 Cumartesi

SA11036/SD3288: Sıkıntı (Roman); 9. Bölüm-Irmak 17

Sonsuz Ark/ Evrensel Çerçeveye Yolculuk

"Bir ırmaktı beslendiğimiz; göklerden, cennetten, cehennemden, dağlardan, ovalardan, vadilerden, derelerden topladıklarıyla okyanusa doğru akıp giden... ve biz o ırmaktan beslenerek yaşarken sorgulamak ve seçmek zorundaydık zihnimize girecek olanları."

Hiçbir şey sormamıştı; neden buna ihtiyaç duyduğumu ve romanda nasıl bir karakter olarak yer alacağını bile merak etmemişti. Çünkü o bir alaycıydı ve her türlü gerekçenin ya da nedenin kuyruğuna bir teneke bağlamaktan ve o tenekenin çıkardığı ya da çıkaracağı sesleri dinlemekten keyif alıyordu.

Gül görseli beni şaşırtmıştı; memnun olduğunda yapardı bunu. Hiçbir şeyden memnun olmayan bir alaycının memnun olduğunu görmek şaşırtıcı olmayacaktı da ne olacaktı ki? 

Gülümsedim ve mesajına da aynı şekilde karşılık verdim:

‘:)’

Hepsi buydu. Böyle anlaşırdık çoğu zaman; o bilirdi neyi nasıl düşündüğümü ve düşüneceğimi, ben de  onun neye nasıl tepki verdiğini ve vereceğini bilirdim. Hiç anlaşmazlık yaşadığımızı hatırlamıyordum. Fikirlerime katılmadığı zaman kendi fikrini söyler, usulca değiştirirdi konuyu; ama bana hissettirirdi kendisi öyle düşünse de benim haklı olma olasılığımın olduğunu.

Gece on dokuzuncu günden yirminci güne, 3 Ağustos 2019’a geçişin bütün ağırlığını hissettiriyordu bana. Çalışmalarıma ara verdim ve balkona çıktım. Susamıştım; geri dönerek mutfağa girdim. Loş bir sarı ışığın aydınlattığı mutfak bana dinlenmem gerektiğini söyleyecek kadar düzenli ve dinlendiriciydi.

Buzdolabından su şişesini çıkardım, bardağı doldurdum ve elimde su bardağıyla tekrar balkona çıktım. Mutfak zihnimdeki bütün akışı değiştirmişti.

Mutfakta pişirilenleri, hazırlananları yiyerek ve içerek besleniyorduk. Mutfağa girecek olanlar, tüketilecek olanlar ve mutfaktan çıkacak olanlar mutfakta çalışanların kararlarına bağlı olarak var oluyor, dönüşüyor, tüketiliyor ve insanlı ya da insansız olarak ve bazen çöp olarak dışarı çıkıyordu. Tıpkı zihnimize girenler, zihnimizde tüketilenler ve zihnimizden çıkanlar gibi. 

Mutfak ve mutfakta çalışanlar önemliydi, tıpkı zihnimizin ve zihnimizde çalışanların önemli olması gibi. Şeytan da orada fısıldıyordu bize, vicdanımız da. 

Okuduklarımız, duyduklarımız, gördüklerimiz ve herhangi bir şekilde algılayıp düşündüğümüz ve etkilendiğimiz her şey zihnimizde pişiyor, hazırlanıyor ve düşüncelerimize, söylediklerimize ve yaptıklarımıza dönüşüyordu. 

Bu, bizi söylediklerimiz ve yaptıklarımızla bir kişi yapan ana serüvenimizdi aslında. O yüzden mutfağa girecek olanları kararlaştıranlar çok önemliydi; hepsinden daha önemlisi, irademizin zihnimize girecek olanları sorgulama ve seçme sorumluluğunun büyüklüğü idi. Çünkü dünyada yaşadığımız hayatı ve bu hayata bağlı olarak sonsuza kadar sürecek olan ahiret hayatımızı belirleyecek olan temel sorumluluğumuz buydu.

Göğe baktım; yıldızların parladığı karanlık sonsuzluğa... düşündüm; Allah hiçbir şeyi emeksiz elde etmemize izin vermiyordu. Sorumluluklarımızın farkına varmak da, sorgulamak da, seçim yapmak da kolay değildi; birikim, tecrübe ve kararlılık gerekiyordu.

Bir ırmaktı beslendiğimiz; göklerden, cennetten, cehennemden, dağlardan, ovalardan, vadilerden, derelerden topladıklarıyla okyanusa doğru akıp giden... ve biz o ırmaktan beslenerek yaşarken sorgulamak ve seçmek zorundaydık zihnimize girecek olanları.

Mutfak acemilere göre değildi ve bütün acemiler usta aşçıların ürettikleri ile beslenmek zorundaydı. Bütün işler usta aşçıların samirî veya mümin olmalarına bağlı olarak değişiyordu. Mutfaktakiler entelektüeldi, bilgeydi; anlıyorlardı.

Ne var ki herhangi bir insandaki bilgi birikimi, zekâ, akıl, ahlâk, cesaret, erdem ve yüksek bir hedef gibi vazgeçilmez şartlar olmadan entelektüel birikime dönüşmüyordu. Entelektüel birikime sahip olmanın getirdiği en önemli özelliklerden biri de her türlü iç/dış sarsıntıya ve kişinin süfli istek ve beklentilerine karşı edindiği standartların dayanıklılık düzeyiydi.

Bilge ya da entelektüel olabilmek, her türlü baskı ve çıkar gruplarına karşı tepki verebilmek demekti. Ancak, bu önermenin karşıtı doğru değildi; tepki verebilmek her zaman bilge ya da entelektüel olmak anlamına gelmeyebilirdi. 

Gezgin’le çok konuşmuştuk bu konuyu. Çoğunlukla iğrenirdi entelektüel görünümlü palyaçolardan. ‘Soytarı’ diyordu onlara bazen, palyaçoluk bir meslekti ona göre, belki biraz onurlu bir meslek, ama soytarılık öyle değildi; bir kişilikti.

O yüzden palyaçoların ve soytarıların tepkilerini de ayırt etmek gerekiyordu, gerçek entelektüellerin, bilgelerin tepkilerini diğerlerinden ayırt etmek gerektiği gibi.

Siyasetin girdiği yerde entelektüel akıl sarsılıyordu işte. Bu konuda hemfikirdik Gezgin’le.

Tepkilerin çeşitliliği çıkarların siyaseti olarak nedensel farklılıklara bağlıydı. Bu sebeple kişisel ve kurumsal tepkiler meydanı olarak siyaset tepkisel çeşitliliklerle ortaya çıkan kesişmelerle ve çekişmelerle doluydu. Siyasetin var oluş gerekçeleri de bu isteklerin ve beklentilerin olası gerçekleşmelerini sağlamak amacına matuf eylemlere dayanıyordu. Bu da sadece siyasetin doğası için olağan bir formdu, ama bilgeliğin değil.

Tarih bize erdemli bir siyasetin miras bırakıldığına çok fazla şahitlik etmiyordu. Bundan daha başka şeylerden söz ediyordu mesela; çıkarların korunması adına savaşlar, entrikalar, ölümler, ihanetler, sömürüler; çıkarlar etrafında çözülen din adamları, bilim adamları, şairler, yazarlar, gazeteciler, yargı mensupları; yargının ellerinde daha başka entrikalara mağlup olan dürüst veya entrikacı bürokratlar, siyasetçiler. 

Tarihin söz etmediği siyasetin en büyük mağdurları, kimi dillere göre proletarya, kimilerine göre militanlar/gerillalar, kimi felsefeye göre tetikçiler, kimilerine göre de kahraman olan gönüllü alt katmanlarda yaşayan insanlardı. Gezgin bunların çoğuna, menfaatleri zarar gördüğünde yollarından döndükleri ve zikzaklar çizdikleri için ‘ucuz kavuncu’ diyordu.

Siyasetin üst katmanlarına uğrar gibi olan erdem, kurbanların bol olduğu alt katmanlara uğramazdı; zaten alt katmanlardan beklenen erdem değildi, üzerinde yürünecek yolları cesetlerle düzeltebilme becerisiydi. 

Alt katmanlardan beklenen gönüllülük esası ile insanlığın en üst sıfatı olan erdem ironik bir şekilde birbirine karıştırılıyordu. Siyasetin üst katmanları bu ironi ile farklı kombinasyonlar üretiyor ve bu kombinasyonlardan besleniyorlardı. 

Yani; üst katmanlar alt katmanların kanlarıyla, masum fedakarlık hisleriyle besleniyorlardı. Bu teatral oyunda gerçek kavgalar alt katmanlarda ortaya çıkıyordu. Çünkü gerçek bedelleri ödeyenler çoğunlukla üst katmanlarda olanlar değildi. Gerçek kavgalar gerçek bedeller ödemeyi gerektirirdi çünkü; bu da alt katmanların işiydi.

Tarih, gerçek bedel ödeyen gerçek kavgacılar arasında ünlü düşünürleri ve insanlık önderlerini de sayıyordu; fakat bunların sayısı çok azdı. Siyasetin alaca karanlığından beslenen süfli istek sahipleri alt katmanlardan yeni kurbanlar devşirebilmek için tarihin kaydettiği gerçek kahramanları, düşünürleri, insanlık önderlerini ve onların fikirlerini kullanıyorlardı.

Birkaç maddî-mânevî araçla kolaylıkla ikna edilen alt katman mensubu gönüllüler, geçişken ama görece sağlam kaynaklı beyin yıkama törenleriyle tarihin o ünlü önderlerine benzeyebilecekleri umudu ve hayali ile yaşıyor, süfli kesişmelerle besleniyor ve bu kesişmelerden kaynaklanan çekişmelerin içine itiliyorlardı. 


<< Önceki                      Sonraki>>


[16.10.2024, (9/35 (763))]


Seçkin Deniz, 19.10.2024, Sonsuz Ark, Sıkıntı, Roman

Sıkıntı





Sonsuz Ark'tan

  1. Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. 
  2. Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
  3. Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.
  4. Sonsuz Ark Yayınlarının Kullanımına İlişkin Önemli Duyuru için lütfen tıklayınız.

 

     

Seçkin Deniz Twitter Akışı