2 Kasım 2024 Cumartesi

SA11063/SD3302: Sıkıntı (Roman); 9. Bölüm-Irmak 21

Sonsuz Ark/ Evrensel Çerçeveye Yolculuk

"Çok uzun bir geçmişe sahipti, Batının insandan Tanrı’ya kadar her şeye yönelen satanist aklın güdülediği eleştirisi. Bizim ‘eleştirel’ yeteneklerimizi körelttiğimiz ve kaybettiğimiz yerde ‘eleştiri’yi onlar bulmuştu ve geliştirmek için büyük emek harcamışlardı."


Şeytan’ın kitabı var mıydı, bilmiyordum, ama Gezgin haklıydı; Allah insanlık tarihi boyunca ilahî olarak aydınlanmış olan bütün elçilerini halkın arasında görmek istemişti, halka yakın durulmasını emretmişti.
Abese Suresinin 1-16. ayetleri buna yönelik çok bariz ve sert bir vurgu içeriyordu: 

‘Kendisine o âmâ geldi diye o yüzünü ekşitti ve öteye döndü. Ne bilirsin, belki de o arınacak. Yahut öğüt alacak da bu öğüt kendisine fayda verecek... Kendini muhtaç hissetmeyene gelince; Sen, ona yöneliyorsun; onun arınmamasından sana ne! Allah’a karşı derin bir saygıyla korku içinde koşarak sana geleni ise bırakıp, ona aldırmıyorsun. Hayır, böyle yapma! Çünkü bu (Kur’an) bir öğüttür. Dileyen ondan öğüt alır. O, şerefli ve sâdık yazıcı meleklerin elindeki yüksek, tertemiz ve çok değerli sahifelerdedir.’

Bu ayetler, aydınlanmaya muhtaç olan halktan uzaklaşıp Samirîlerin egemen temsilcileri olan ve Türklükle ve Müslümanlıkla ilgileri olmayan ‘Beyaz Türkler’e yaranmaya çalışan İslamcı ve Sufist şizofrenlere de bir uyarıydı. Gezgin’in farkındalığı onun yüceltilen beşerle dalga geçmesine neden olmuştu bir açıdan.

Gezgin’in de Mahir’in de bu konuda keskin yorumları yoktu. Gezgin şahit olduklarını yorumluyor, tepki gösteriyor ve değersiz bulduğu fikirleri hırpalayarak bir kenara atıyordu. Mahir ise çok daha temkinliydi ve eleştirel düşüncenin nesnel olması gerektiği hususunda ısrarcıydı. Yahudilerin nesnel olma kaygılarının bulunmadığını ona çokça kez hatırlatmıştım. Birçok Yahudi’den yaptığı alıntılarla buna karşı çıksa da onu bu vahşi Batı Medeniyetinin mimarlarının Yahudiler olduğu gerçeğine karşı itiraz edemiyordu.

Ne kadar verimli olursa olsun toprak gökten aldıkları ya da alamadıkları ile bütünleşiyordu; alamadıkları da alacaklarının açılacağı bir yataktı nihayetinde. Ne kadar bilgili olursa olsun gerçek bir aydın önyargılı ve kibirli olamaz, kendisini ve evreni yaratan Allah ile bağını koparamazdı. Eğer mukayese edecek olsaydık Yahudilerin yaşadığı aydınlanma travmalarını hatırlayabilirdik; Allah’ın onlara ödettiği ve ödeteceği bedelleri de.

Mısır’dan çıkışın hemen sonrasında İsrailoğulları’nın altın buzağıya tapınması sonrası ceza olarak kırk yıl çölde sürgüne mahkûm edilmelerini hatırlayabilirdik mesela. Onların bu kırk yılı gerçeği çarpıtarak yorumladıklarını da hatırlamalıydık. 

Ancak Yahudilerin bu kırk yıllık çöl sürgünü cezasını firavunların kendilerine aşıladığı yüzlerce yıllık kölelik kültüründen kurtulmak ve bu kültüre alışmış olan nesillerden arınarak yeni nesli özgür bireyler olarak yetiştirmek imkânı olarak yorumladıklarını herkes bilmiyordu.

Ne var ki gerçeği çarpıtan, kibirli ve Allah’a karşı çıkmış olan bir Yahudi yaşadığı ‘şeytanî aydınlanma’ dolayısıyla asla şimdide veya gelecekte yaşamazdı; çocukluğundan itibaren binlerce yıllık geçmişle, o geçmişi tekrar tekrar yaşatan, hatırlatan ritüellerle büyür ve asla mutlu olamazdı. Mutlu olamadığı için hiç kimsenin mutlu olmasına tahammül edemezdi. Onun laneti de buydu; aydınlanma onun için bir kibir vesilesi olmuştu.

Belki de kast göçeri aydınların yaşadığı travmanın kökenleri aynıydı; nasılsa hepsinin Yahudi kültürünün ürettiği kaynaklarla aydınlandığını artık biliyorduk. Lanetin farklı olmasını beklemek de ahmaklık olurdu.

Müslüman ya da sıradan herhangi bir insan kibre kapılmak ve herkesten kaçmak üzere aydınlanmamalıydı; herhangi bir kastın kendisine sunulan imkânlarına ulaşmak ve onlara tutunarak yaşamak uğruna ruhunu feda etmemeliydi.

İstanbul ve Ankara ardıl başkentler olarak beşerî aydınlanmanın yerel merkezleri gibi aralıksız olarak kast göçeri devşiriyorlardı toplumdan, avam-havas ayrımı derin ve karanlık mahfillerde üst kastlara doğru gidildikçe kademeli olarak sürse de kendilerinden olmayan insanların tamamı bir tek sözcüğe sıkıştırılıyordu artık: ‘taşra’.

Ben de bir taşralıydım, Gezgin ve Mahir gibi. Kast sisteminin bütün dayatmalarını reddettiğimiz için de uyumsuzduk. Ankara ve İstanbul’la iyi geçinemiyorduk bir türlü. Mahir biraz daha meyilliydi bu iki merkeze; ‘kendi damgamı vuracağım’ diyordu. Ben de bunu asla yapamayacağını söylüyordum ona. Onun gibi hayallere kapılan herkesi büyüleyerek ve kendi ruhsuz yapısına alıştırarak yutmuştu çünkü İstanbul ve Ankara.

Gezgin’in edebiyattan felsefeye uzanan eleştirel bakışına karşılık Mahir bir edebiyat eleştirmeniydi; kuramsal dokunuşları bu toprakların ruhunun izlerini taşıyordu. Eleştirel düşüncenin gelişmesini ve Batı taklitçiliğinden kopmasını istiyordu, yönettiği dergide de stratejisi bu amaca uygun olarak belirlenmişti. Ancak bu onun da bildiği gibi kolay bir iş değildi bugünden yarına başarılacak.

Çok uzun bir geçmişe sahipti, Batının insandan Tanrı’ya kadar her şeye yönelen satanist aklın güdülediği eleştirisi. Bizim ‘eleştirel’ yeteneklerimizi körelttiğimiz ve kaybettiğimiz yerde ‘eleştiri’yi onlar bulmuştu ve geliştirmek için büyük emek harcamışlardı.

Batının eleştirel düşüncesinin gelişmeye başladığı on beş ve on altıncı yüzyılı düşündüğümde, 1on bir ve on ikinci yüzyıl Endülüs Medeniyetinde son temsilcilerini gördüğümüz Müslüman düşünürlerin şerhlerinin, en erken üç- dört yüz yıl sonra, tercümelerle Batılı başkentlerde gizli-kuytu köşelerde okunduğunu ve okutulduğunu hatırlıyordum. 

Felsefî tartışmaların bilimsel tartışmalara dönüşmesi epeyce bir zaman almıştı şerhçi Batı'da. Şerhler de genellikle ölmüş telifçilerin eserleri üzerinde yapılırdı, itirazlara karşı itirazlara cevap verecek olan asıl tez sahipleri ile teati ya da cedel mümkün olmazdı.

Batı bunu on altı ve on yedinci yüzyıllarda aşmaya başlamıştı. Bu kez eş zamanlarda buluşan fikirler karşıt tezlerle denetlenebilir oldular ve Batının eleştirel düşüncesi kendi çelişkilerini azalta azalta bugünkü durumuna geldi. Ve elbette bu süreç edebiyatı, şiiri, müziği, resmi-heykeli, tiyatroyu etkiledi.

Ben Mahir’in aksine bu sürecin kendiliğinden geliştiğini düşünmüyordum. Bu organize bir eylemdi ve bir stratejiye sahipti. Ki bu strateji 1789'da Fransa Krallığını yok ederek ilk basamak hedefini gerçekleştirmiş ve oradan da yine karşılıklı eleştirinin yaşattığı isimlerle dünyaya yayılmıştı; söz sanatında Voltaire'den, Montaigne'den ya da Victor Hugo'dan bahsedebileceğimiz gibi, düşünce eklemlemelerinde Kant'tan, Hegel'den, Marx'tan ya da Freud veya Nietzsche'den de bahsedebilirdik.

Bugün her ne kadar Batının eleştirel düşüncesi insanî olandan uzaklaştığı ve insana vaat ettiği herhangi bir ideal kalmadığı için artık çöküş dönemine girmiş olsa da, fikir ve edebiyat-sanat işçilerini 'eleştiri ile yaşatma’ alışkanlığı sürüyordu.

Ve elbette tamamen Batı taklitçiliği üzerine konumlanmış Tanzimat dönemi eleştirisi de aynı işlevi görmüş, aynı köyün kavalcıları birbirlerini eleştirerek yaşatmışlardı. Bugün çoğumuzun bildiği romantik eleştiri yazarları Şinasi, Namık Kemal, Abdülhak Hamid gibi isimler birer taklitçiydi; realist eleştiriciler olarak Samipaşazade Sezai, Beşir Fuad, Nabizade Nazım, Mizancı Murat; Servet-i Fünun döneminde ise Cenap Şahabettin ve sonra Halit Ziya, Mehmet Rauf, Hüseyin Cahit bu topraklara özgü bir şey katmamışlardı seslerine.

Batı ile birlikte taklitçi Osmanlı ve ardılı Cumhuriyet münekkitleri ya da güncel kullanımı ile eleştirmenleri yavaş yavaş konfor kaybı yaşayarak çözülmüş ve günümüzde de temsilcilerini bırakmadan tarihe karışmışlardı. 

Ve ne yazık ki bugün ne Batıda ne de Türkiye’de ciddi anlamda nesnel bir eleştiri geleneği kalmıştı. Yirmi birinci yüzyıl, geride kalan iki bin beş yüz yıllık birikimi geçmişten çıraksız ve umutsuz kalarak yok oluşa sürüklemişti ve eski geleneksel eleştiri formu yok olmuş, yerine sadece bilimde ve biraz da görsel sanatlarda henüz değer üretebilme kapasitesini kaybetmediği için yaşamaya devam ediyordu.


<< Önceki                      Sonraki>>


[01.11.2024, (9/43 (771))]


Seçkin Deniz, 02.11.2024, Sonsuz Ark, Sıkıntı, Roman

Sıkıntı





Sonsuz Ark'tan

  1. Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. 
  2. Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
  3. Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.
  4. Sonsuz Ark Yayınlarının Kullanımına İlişkin Önemli Duyuru için lütfen tıklayınız.

 

     

Seçkin Deniz Twitter Akışı