Sonsuz Ark/ Evrensel Çerçeveye Yolculuk
"Diğerleri kimdi? Dalgıçların beklediği diğerleri, başka dalgıçlardı; kendileri de birer dalgıç olma hayali peşinde koşanlar, dalgıçların daldığı yerlere dalabilme hayali kuranlar."
Dünyanın her yerinde, fakir, sahipsiz ve silahsız olana yönelen bombaların arkasında duran hiçbir aklın vicdanı olamayacağı gerçeği Batıda eleştirel düşünceyi öldürmüştü ve nihayetinde Doğuda da tarih öncesinden gelen ve geleneksel dedikodu düzeyinde kalan, çoğunlukla nesnelliği sindirilmiş eleştirinin de mahkum olduğu sona uygun bir şekilde küllerle kaplanmış vicdanın aklını kaybettiğini görüyorduk.
Geldiğimiz bugünde artık net bir fotoğraf vardı; Batı, akıldaki vicdanı nesnel bir soğukkanlılıkla eleştirerek yok etmiş, Doğu, vicdandaki aklı öznel bir korkaklıkla etkisizleştirerek mistik bir kaosa teslim olmuştu. Ama her türlü olumsuzluğa ve saldırıya karşılık Türkiye, yeni yüzyılda akıldaki vicdanı, vicdandaki akılla buluşturmayı umut eden bir yerde duruyor diye düşünüyordum.
İnsanlık adına iyi bir şeyler söyleme hakkı, Batı birkaç bin mülteci almamak için sınırlarına tel ve duvar çekip, zorla girmeye kalkan mültecileri öldürürken ya da Almanya’da kayıp on bin Suriyeli göçmen çocuğun organlarını satarken ya da onları İtalya’da seks kölesi olarak kullanırken, Türkiye'nin üç milyon Suriyeli ve Iraklı bomba mültecisine açtığı sıcak kucağında somut bir şekilde duruyordu nihayetinde.
Bu gerçeği teslim edemeyen herhangi bir Batılı ya da Doğulu düşünce artık ölmüştür, yok olmuştur demekten daha nesnel bir bakış olamaz, demek istiyordum ben artık.
İşte tam da burada durup düşündüğüm zaman Mahir'in, edebiyat eleştirmeni Mahir'in Batı ve biraz da Doğu Medeniyetine ve eserlerine yönelik eleştirel bakışının zamanlamasının ne kadar da çok bugün Türkiye'nin durduğu yere yakın olduğunu görüyordum. Vicdanı olan bir akıl, aklı olan vicdana doğru yaklaşıyor olmalı diye düşünüyordum.
Bin yıldan fazla bir zamandır, bir türlü gelenekselleşememiş Müslüman mahallesinin eleştirel diline ve bu dilin oluşumuna dair iyi bir örnek üretme kaygısı vardı Mahir'in. Gezgin ise kendisini geriye çekmişti sert eleştirilerinin anlaşılmak yerine sessizlikle karşılanarak itilmesi sonucu.
Ben çok fazla ilgili olmasam da kitap eleştirileriyle, Mahir’in heyecanını ve azmini fark ettiğimde yeni bir oluşumun alt yapısı için bu girişimin önemli olduğunu düşünmüştüm. Sol düşüncenin tahakkümü altındaki eleştiri masası, kendi halinde bir çıkış arayan Mahir'in gelişinden rahatsız olmayabilirdi; kim bilir belki de ölmek üzere olduğunun da farkındaydı sol eleştiri...
Sağ'da çok da iddialı olmayan bir eleştiri-ses aralığı vardı; Müslüman mahallesi ise lazım olduğu vakit soldan ya da sağdan eleştiri tedarik etme alışkanlığıyla yürümeye çalışıyordu ve oldum olası kısır bin yıllık mistik bir konforla- İslamcılık denen masonik temelli formun akla vurgusunu hariç tutarsak- aklı şeyhlerin cahil ve kibirli sarıklarının ve sakallarının arasına gömmüştü.
Bütün bunları birlikte düşündüğümde, bir yazarı ya da sanat erbabını yaşatan ve tanıtan eleştiri yazılarının ne kadar önemli olduğunu görmemem mümkün değildi, ancak bir sıkıntımız daha vardı; Batının ve Doğunun bütün klasikleri ya da her neyse yazılı, görsel ve işitsel nesneleri bize ne anlatıyordu, nasıl bir insan, toplum, iktisat ve inanç sistemi tasarlıyordu, bu adamlar hangi amaçla yol alan gemilerin güvertelerinde kokain, mariuhana, rakı veya viski eşliğinde, kollarında genç kadınlar ve erkeklerle kahkahalar atıyorlardı?
1789'da patlayan o bomba neleri değiştirmeyi hedeflemişti? Bugün dünyadaki o vicdansız akıl, akılsız vicdan bu sürecin sonucu muydu?
Mahir'in ruhlarını okuduğu kitaplardan bize anlatmasını istediğim aslında bunlardı... O bu işin erbabı ve kitapların ve yazarlarının amansız takipçisiydi, o anlatmasa kim anlatacaktı ki bugün bu yaşanan acıların sorumlularının kimler olduğunu?
Kur'an ve akıl, iki temel varoluş kanıtı değil miydi Müslüman için? Ki Kur'an bütün iyiliğin ne olduğunu anlatan bir hayat sistemiydi zaten, bin yıldır insanların gözlerinden uzağa fırlatılmış olsa da.
İnsana bugün lazım olan geçmişte de olduğu gibi yine Allah'ın tanımladığı ve sınırlarını belirlediği iyilik değil miydi? Bunu o kitaplar anlatmıyordu, o kitapların anlattığının da iyilik olup olmadığını bize anlatacak biri lazımdı.
Mahir'in beslendiği dil ve duygu hırpalanmış olsa da Müslüman bir kimliğe sahipti; bu yüzden bakışının iyi niyetli oluşu açıkçası bizim soldan ya da sağdan yorulmuş ihtiyaçlarımız için şimdi ve gelecek adına çok önemliydi.
Gezgin’in okunmak istenmeyen, haklı ancak sert eleştirilerine karşı Mahir’in sertliği azaltılmış ve nesnelliği arttırılmış eleştirileri daha fazla yer ediniyordu edebiyat dünyasında. Çünkü karanlık bir delikti insan ruhu; kışkırtan nedenlerin cazgır şiddetine yahut sihrine kapılan her insan bazen dalıyordu oraya ve bir şeyler çıkarıyordu. Çıkardıklarını kimi zaman büyük bir incelikle sunuyordu sözlerinin sırtında, kimi zaman da büyük bir hoyratlıkla yüzlerine çarpıyordu insanların.
Ne ki her biri bir anlatıştı; bir haykırış veya inilti. Bazıları için bu bir zevkti, bazıları için de var olduğunu kanıtlama veya var olana karşı temkinsiz bir karşı duruş, bir cenkti. Keyfin işsiz müptelaları bu şiddetli cengi, edebiyata, felsefeye ya da başka türden kalıplara döküyorlardı.
Her ne kadar itseler de diğerlerini, diğerlerinin beğenisine sunuyorlardı içlerinden dışlarına taşıdıkları hazinelerini. Bir sergi yeri, bir panayır neşesiyle düğün-dernek kuruyorlar, “Bakın, işte bulduklarım!” diye sek sek oynuyorlardı orta yerde. Hem küçümsüyorlardı pazardakileri, hem de pazardakilerin kendileri hakkında ne dediklerine kulak kesiliyorlardı. Bu teatral itiş-kakışta neşvû nemâ buluyordu insanlığın kültür ve medeniyet dedikleri.
Duyanı, okuyanı yoksa pazardakilerin, ruh dalgıçlarının; tezgahlarında sinekler dolaşıyorsa, işte o vakit ölüyordu Gezgin gibi emektar kalem erbabı. O vakit o da her bir dalışında geri gelmek istemiyordu gittiği yerden.
Köpürüyor, kötümserleşiyor ve kötürüm olmaktan başka bir şey düşünmüyordu. Her seferinde daha çok kalıyordu daldığı yerde; yalnızlaşıyordu. Yalnızlığına sığınıyor, karanlıklarında yeni ışık böcekleri dolaştırıyor, daha büyük şeyler çıkarıyordu kendince…
Fakat her seferinde gün ışığına çıkmaktı amacı, her seferinde: ”İşte ben; buradayım!” diye bağırmak istiyordu. Biliyordu ki; diğerleri yoksa kendisi de yoktu.
Diğerleri kimdi? Dalgıçların beklediği diğerleri, başka dalgıçlardı; kendileri de birer dalgıç olma hayali peşinde koşanlar, dalgıçların daldığı yerlere dalabilme hayali kuranlar.
Başlangıçta okuyanlar, sonrasında dalmayı deneyenler ve en sonunda yarı dalgıç solungaçlarıyla nefes alıp verenler; ama asla tam bir dalgıç olamayanlar… dalgıçları, dalgıçların anlattıklarını anlatmaktan keyif alanlar, dalgıçların solungaçlarını kirli çubuklarla dürtüp duranlar, onların dudaklarını kanatanlar ya da ağızlarının payını verip onları karanlıklarına geri gönderen vamp savaşçılar…
Kısacası pazar yerlerinin gözleri fıldır fıldır dönen çıkarcıları, hazine avcıları… çıkarları bazen bireysel fayda ve toplumsal dönüşüm adına devşirenler, bazen de kapitalizmin çarklarına altın yumurtlayan tavuk tedarik etme adına dönüştürenler…
Yazma sanatı, ‘harflerin her bir dizilişi edebiyattır’ ilkesiyle ilişkilendirilerek düşünüldüğünde, konu ne olursa olsun, her bir anlatı, sanat olma özelliklerini haiz olmalıydı. Aksi halde pazar yerine gelmez, getirilmezdi. Pazar yerine getirildiğinde ise kurtlar sofrası hazır olmalıydı.
Kurtlar dişleri bilenmiş halde beklerken, onları aç bırakmak olmazdı, onları doyuracak mezeler de hazırlamak şarttı. Bu mezelere kültür diyorduk topluca; medeniyetin üzerinde yükseldiği en büyük temel. Ve bir medeniyet eleştiri olmadan var olmazdı, varlığını koruyamazdı.
Sıkıntı
Takip et: @SonsuzArk
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.
- Sonsuz Ark Yayınlarının Kullanımına İlişkin Önemli Duyuru için lütfen tıklayınız.