Sonsuz Ark/ Evrensel Çerçeveye Yolculuk
"Ama acıyordu."
Her insan bir zamanlar küçük olur. Bazıları küçükken büyük yükün altına girer, bazıları da bir türlü büyümek bilmez. Bir türlü küçülemeyen, bir türlü çocuk olamayan, bir türlü oyun oynayamayan, bir türlü gülüp eğlenemeyen koca koca adamlar görürsünüz etrafınızda. Bir şey olmaz, siz de merak edip durmayın, bakın işinize…
Küçüktüm bir zamanlar, sizler gibi. Ne zaman büyüdüğümü bilmiyorum. Büyüdüm mü, onu da bilmiyorum. Beden olarak büyümek, büyümek midir, doğrusu onun da farkında değilim. Ben omuzuma yüklenen yükün ağırlığı, uzanmam gereken ama bir türlü uzanamadığım yüksekliklere bakıyor, aşağıda kalanların durumuna üzülüyorum, hepsi bu…
Bir gün, belediyenin açıp kapatmayı unuttuğu, açıp, önlem almaya gerek duymadığı bir çukura düşmüştüm. Küçüktüm, yaşım kaçtı hatırlamıyorum. Boyum ne kadardı bilmiyorum. O zamanlar çocukların boyu, kilosu, yaşı, duyguları, sevinçleri, hüzünleri hiç kimsenin umurunda değildi. O kadar çok çocuk vardı ki, hangisinin derdiyle dertlensin ki anneler, babalar, kardeşler…
El bebek, gül bebek büyümediğimiz gibi, annemizi babamızı kendimize köle eden yeni nesil çocuklardan da olamamıştık ama netice itibariyle çocuktuk binaenaleyh…
Ve çocuk yaramazlık yapar, biz de geri kalmazdık..
Sokakta oynardık. Sabah evden çıkar, akşama kadar sokakta kalırdık. Karnımız acıktığında eve girer, ekmeğe katık edilecek ne bulursak koyar, dürer, büker ve yerdik. Bu katık bazen peynir olurdu, bazen zeytin, bazen yanına domates, bazen salatalık ve belki yeşil soğan. Bazen de sadece salçayla soğan yeterdi karnımızı doyurmaya. Beslenme çantamız yoktu, olması gerektiğini bilen de sanırım hiç yoktu.
Susadığımızda suyumuzu kendimiz içerdik. Belki inanmazsınız ama suluğumuz da yoktu, termosumuz da. Bir koşu eve gider, çeşmeye ağzımızı dayar, buz gibi suyu kana kana içerdik. Ne sularımız sıcaktı, ne de içilmez haldeydi. Tertemiz, katıksız, ilaçsız, gerçek suydu yani, boru değil…
İşte böyle bir çocukluk yaşarken, belediye görevlileri, “bu çocuk, çok fazla çocuk” demiş olmalı ki, kazdıkları çukur için bir önlem almadıkları gibi, içine düşecek olan da umurlarında olmamıştı.
Ben düşmüştüm…
Hem de körebe oynarken. Ebe de ben olurken. El yordamıyla yolumu bulmak pek kolay olmamıştı ve o zamanlar ebelerin gözüne gerçekten de göremeyeceği bez sarar, sıkı sıkıya da bağlarlardı…
Gözümü açtığımda evde divanda yatıyordum. Başım sarılı, yüzümde kan izleri ve ateşler içerisinde…
Bir şey olmaz dedi babam, merak etmememi söyledi.
Ama acıyordu.
Annem sık sık başımdaki sargı bezi yerine sarılan keteni kontrol ediyor ve ekliyordu; bir şey olmaz, merak etme…
Ağabeylerim, kız kardeşim, benden küçük olan kardeşim de emindi, bir şey olmayacaktı, meraklanmam gerekiyordu.
Sırayla üç merhum dayım geldi, bir şey olmaz dedi onlar da, merak etmememi söyledi. Teyzem de aynı karardaydı, bir şey olmaz merak etme.
O kadar sevildiğimi bilmezdim. Olayı duyan konular, komşular, hısımlar, akrabalar ve düşmemin müsebbibi olan kader arkadaşlarım tek tek, bazen çift çift, bazen de kafile kafile sormaya geldi. Hepsi de önceden öğrenmiş, dersini almış, kursunu görmüş gibi “Bir şey olmaz” diyor ve ekliyorlardı, merak etme…
Bir tek belediye yetkilileri gelmedi.
Duydular mı onu da bilmiyorum. Duymuşlarsa da umursamamışlardı, çocuk işte düşer, kalkar ve sonuçta bir şey olmaz, merak etmeyeyim…
Hasta sormaya gelenlerin ufak tefek hediyeleriyle seviniyor, meyve ve kuruyemişlerle canlanıyordum ama çabuk geçiyordu.
Ama bir şey oluyordu…
Canım acıyordu.
Başım kazan gibiydi, gözlerim kararıyordu ve arada sırada bayılıp gidiyordum.
Gördükleri onca eğitim, aldıkları onca kurs, okudukları onca kitap yanlıştı. Bir şey oluyordu. Gerçekten de bazen bir şey bazen çok şey oluyordu ve belki bazen de kalıcı izler kalıyordu, tıpkı benim başımda kaldığı gibi…
Düşersen, bir yerlerin acırdı. Bunun için insanlar doktora giderdi, muayene olurdu, tedavi olurdu. İlaç neyim verirlerdi. Öncesinde tahlil yapar, röntgen çeker, tomografi denen mezara sokar, belki MR bile çekerlerdi.
Ama hiç birisi olmamıştı, gerek duyulmamıştı. Bir şey olmazdı, merak etmemem lazımdı ama ben merak ediyordum. Ne zaman kalkacağım, ne zaman oyun oynayacağım, ne zaman okula gideceğim, ne zaman büyüyeceğim…
Ve büyüyüp de ne olacağım?
Haklılarmış…
Aslında hiç bir şey olmuyormuş…
Zaman her şeyin ilacıymış.
Yatıyoruz, kalkıyoruz, yatıyoruz, kalkıyoruz ve unutuyoruz.
Ve üstelik biz bunu hep yapıyoruz.
Bazen bazı hatıralar canlanıyor, o günleri anıyor, bazen özlüyor, bazen nefret ediyorsun ama geçip gidiyor, hayat devam ediyor ve yaşananlardan ders almıyoruz.
Ama gerçekten de bir şey olmuyormuş…
Aynı duyarsız belediyeler, aynı şekilde göreve gelmeye ve sonrasındaki de aynı şekilde seçilmeye devam ediyor. İnsanı önemsemeyen, hatalardan ders almayan ve sürekli dostlar pazarda görsün diye çalışır görünmeler hiç eksik olmuyormuş.
Hiçbirimize bir şey olmuyor; isimler değişse de, şekiller değişse de aynı tip insanları seçip seçip duruyormuşuz. Ne onlar akıllanıyor ne bizler; bu devran böyle geliyor ve böyle gidiyor. Nasıl olsa hiçbir şey olmuyor, merak etmiyoruz…
Ama oluyor işte…
O gün benim canım çok acıyordu ve bunu kimse bilmiyordu. Bilse de acıdığı kadar inandıklarını sanmıyorum.
Hiçbirimiz, bir diğerinin canının ne kadar acıdığını bilmeden bir ömür tüketiyoruz ve farkında değiliz; Merak etmeyin bir şey olmaz.
Ben, bunun en büyük şahidiyim…
Naif Karabatak, 07.11.2024, Sonsuz Ark, Konuk Yazar, Maarif-i Vekâyi', Mizah
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.
- Sonsuz Ark Yayınlarının Kullanımına İlişkin Önemli Duyuru için lütfen tıklayınız.