Sonsuz Ark/ Evrensel Çerçeveye Yolculuk
"Bir sefere çıkmış gibi hissediyordum, insanı ve insanın gelmiş, geçmiş ve gelecek bütün duygu ve düşüncelerini yeniden elden geçiren bir sefer. Ve biliyordum ki bu sefere çıkışın dönüşü yoktu, romanın yazımı bitse bile sefer devam edecekti; hayatım bir daha asla eskisi gibi olmayacaktı."
Eleştiri medeniyetin temelidir, diyerek bir algı mekanizması kurduğumuzda, eleştirinin ölçeklerini de işlemeliydik kültürün her bir ilmiğine. Diş bileyen dar zihinlere değil, dişlerde öğütülüp evrenin midesinde sindirilen ve kana, enerjiye dönüşen niyetlere sarınmalıydı eleştiri; boşlukta asılı kalmamalıydı.
Türkiye, asırlar öncesinden taşınan dar zihinlilikten kurtulmaya başladığı bu son dönemde büyük bir eleştiri ve tahlil-analiz modellerine muhtaçtı. Savruk, dağınık kültürel kimliğini sağaltmak adına körleşmeyen, köleleşmeden bakabilen, göz uçları ufukları tarayan sorumluluk sahibi insanlarını arıyordu.
Yirmi birinci yüzyılı kendisinin pazar yeri olarak gören dalgıçların ve eleştirmenlerin boy gösterdiği harfler dünyası, paranın cehennem sıcağında eriyip giden dergilerin ölüm törenlerinde ağıt yakmaktan kurtulmalıydılar; medeniyet üretmek iddiasına sahip olanlar, ayakta kalabilmek adına özlerini samandan alevlere kurban etmeye mahkûm olmaktan da kurtulmalıydılar.
Bıkkınlığın derinliklerine gömdüğü eleştirileriyle Gezgin’le eleştirilerini piyasanın derinliklerine doğru ustalıkla akıtan Mahir arasındaki farklara dikkatle bakıyordum.
Anadolu’nun edebiyat delisi, teni kavruk adamlarının kanında dolaşan delikanlılığın Ankara’nın ve İstanbul’un entrikacı, kökleri karanlık mason mahfillerine dayanan damarlarına yabancı geldiği aşikardı. Profesyonel çetelerin cirit attığı, kan emdiği ve hatta bile bile katlettikleri dergilerin cenaze törenlerinde timsah gözyaşları döktüğü herkesin malumuydu.
Amatör ruhunun özveriyle ürettiği dergisi için endişeleniyordu Mahir; ilk sayısından itibaren derebeylerinin dikkatini çeken ve her sayısında daha da genişleyen, sağa, sola, aşağıya, yukarıya bakan herkesi kendi ışığında dinlenmeye bırakan dergisinin kendi ayakları üzerinde durabilmesini hayal ediyordu; profesyonel vampirlerin ilkesiz dönüşleriyle dergiler mezarlığına kurban vermek istemiyordu uğruna gecelerini ve gündüzlerini harcadığı göz bebeğini.
Ertesi günün akşamında Mahir’le bütün bunları konuşabilecek miydik bilmiyordum, Mahmure’nin ölümü onu çok sarsmıştı, ancak hiç kimsenin farkında olmadığı ya da umursamadığı birçok şeyi konuşacak, yorumlayacak ve her zaman olduğu gibi eleştirinin zorunlu olduğu konusunda uzlaşacaktık.
Gece ilerlemişti, sürekli yön değiştiren serin rüzgarların penceremdeki tül perdeyi aralayarak içeri girerken çıkardıkları fısıltılar on dokuzuncu günü bitirmek zorunda olduğumu söylüyorlardı bana; saatten kopmuştum, zihnim akmakta zorlanıyordu.
Penceremden Richmond’a bir yol uzanmıştı birden. The Berkeley Hotel’deki odam, Poe, kuzgun ve İD...
Parmaklarımı bilgisayarımın klavyesinden çekecektim az sonra ve ‘Sıkıntı’nın bu ağır ilerleyen günlerinden biri daha bitecekti. Sanki bütün bunlar bitsin ve hayatım eskiden olduğu gibi aksın istiyordum bir yandan, bir yandan da sanki romanın insanlık tarihini ve insanı özenle irdeleyen günleri hiç bitmesin... bu ikilem beni bir karar vermeye zorluyordu.
Bir sefere çıkmış gibi hissediyordum, insanı ve insanın gelmiş, geçmiş ve gelecek bütün duygu ve düşüncelerini yeniden elden geçiren bir sefer. Ve biliyordum ki bu sefere çıkışın dönüşü yoktu, romanın yazımı bitse bile sefer devam edecekti; hayatım bir daha asla eskisi gibi olmayacaktı.
Hiçbir şeye eskisi gibi bakamıyordum, hiçbir şeyi eskiden algıladığım gibi algılayamıyordum. Sınırları belirlenmiş olan iş ilişkilerimde bile değişiklik yapmam gerektiğini fark ediyordum. Satanist küresel ağa bağlı olan bütün şirketlerle ilişkilerimizi yeniden gözden geçirmeliydim; daha seçici olmalı ve yerli şirketlerle yaptığım anlaşmaların uzandığı patikaları dikkatle sorgulamalıydım.
Kapitalizm her kötülüğün kaynağıydı, Şeytan’ın inançlarına bakmaksızın insanları şeytana dönüştürdüğü bir kuluçka alanıydı. Ekonomik çarkların tamamı bu şeytanî sistemin sürmesi ve gücünü koruması için tasarlanmıştı ve sadece bu amaç için işliyordu.
Sistemin bir parçası olan herkes insanın varoluşuna saldırmak zorundaydı, aksi halde acımasız bir şekilde sistemin dışına itiliyordu; din, siyaset, eğitim, medya, ticaret insanlık düşmanı bu sistem adına dönüştürülüyor ve dünya hayatı bir cehennem hayatına dönüşüyordu. Devletleri yönetenler, krallar, padişahlar, sultanlar, şahlar, cumhurbaşkanları, başbakanlar, paşalar, generaller ya kurban ya da birer maşa olarak masonik bu cehenneme hizmet ediyorlardı.
Geceyi ‘Irmak Yazarı’nın notlarıyla tamamlamaya karar verdim. 1938’den sonrasına dikkatle bakan ‘Bekçi’ bu kez son iki yüzyıla yaklaşıyordu; padişahların, sultanların ya da halifelerin birer papyon gibi kullanıldığı 1808’de başlayan ve 2007’de sona eren bu döneme ‘Paşaların İki Yüz Yılı’ diyerek.
Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın ‘Fırat Kalkanı’ ve ‘Zeytin Dalı Harekâtları’nda askerî harekât merkezlerini ziyaretlerinde temsili olarak sırtına geçirdiği üniforma üzerinden yaptığı analizle, güç savaşlarının arka planının tarihte anlatıldığı gibi olmayabileceğini düşünmemizi sağlıyordu ‘Bekçi’ ve Osmanlı’ya ve günümüze kadar Cumhuriyet’e başka bir açıdan, üstelik tarihi geriden alarak sade bir şekilde bakıyordu:
“Josef Stalin, Adolf Hitler, Kim Jong-un, Saddam Hüseyin ve daha birçok ünlü ünsüz diktatör, asker olmadıkları halde askerî üniforma giymeye, nişanlarla ve apoletlerle dolu askerî kıyafetlerle poz vermeye meraklıydılar. Çünkü üniforma bir güç gösterisiydi ve bu güç tarihten gelen asker krallar, asker padişahlar, asker şahlar ve asker imparatorlardan devralınan bir devlet gücüydü; ordulara da ancak üniforma giymiş liderler emredebilirdi ve tabi güç demek aynı zamanda asker olmak demekti, asker, yani general, yani Osmanlı'da ‘paşa’ olmak demekti. Bu, padişahın gücüne yakın bir güce sahip olmak anlamını taşıyordu.
Çandarlı Halil Paşa'nın ve Pargalı İbrahim Paşa'nın idamlarının gerisinde, bu türden isimlerin ‘paşa’ olarak Padişah'ın gücüne denk bir güç elde etmeye ramak kalmış olmaları gibi saf gerçekçi nedenler vardı... Paşa olmak Osmanlı'da güç sahibi olmak demekti, ama asla padişah olma ihtimali olmak demek değildi; bu ihtimal belirdiğinde de güçlü olan padişah bu ihtimalin kellesini alarak, tehdidi ortadan kaldırıyordu. ‘Güçlü Padişah’ da seferlere çıkabilen, zafer kazanabildiğini kanıtlayabilen padişah, anlamına geliyordu...
İlk on padişah istisnasız olarak sefere çıkmıştı, bir beyliğin imparatorluğa dönüştüğü muharip ve muzaffer padişahlar dönemi Kanunî’nin ölümünden sonra sona erdi; tahta geçen II. Selim (Sarı Selim) padişahların ordunun başında sefere gitme geleneğini terk etti, II. Selim'den sonra -III. Mehmet, II. Osman (II. Osman'ın katili Kara Davut Paşa'yı tanımak gerekir), IV. Murad ve IV. Mehmet dışında- Osmanlı ordularını, vezir-i âzamlar veya serdar tayin edilen vezirler savaşlarda sevk ve idare ettiler, güç paşaların eline geçmeye, zaferler ve yenilgiler paşaların faaliyet defterlerine yazılmaya başlandı, padişahlar da sarayda, paşaların sağladığı imkanlarla hüküm sürüyordu; duraklama, gerileme ve çökme paşaların karakterine, sadakatine, savaşlardaki zaferine ve yenilgisine bağlı olarak padişahların kontrolü olmadan gerçekleşti.
Özellikle gerileme ve çökme dönemlerinde, III. Selim ve II. Abdülhamid dışında 18, 19 ve 20. yüzyılın bütün padişahları, paşaların verdiği imkanlarla ve lütuflarla yaşayan birer hayalete dönüşmüşlerdi.
19. yüzyıl, III. Selim'in tekrar padişah otoritesini sağlama gayretleri ile başlamış olmasına rağmen, paşaların ve ulema diyerek geçinen sınıfın direnciyle karşılaşmış, birkaç baldırı çıplağa isnat edilen bir ayaklanma ile tahttan indirilmiş, güç sahibi paşalarca -yeniçeri ağaları, generaller- IV. Mustafa tahta geçirilmiş ve sonrasında ayandan Alemdar Mustafa Paşa'nın verdiği destekle ayaklanma bastırılmış, ancak III. Selim IV. Mustafa tarafından katledildiği için tekrar tahta geçirilememiş, onun yerine II. Mahmut padişah olmuştur. ‘Tahta çıkma’ ve ‘tahttan inme’ kavramları yerini ‘tahttan indirme’ ve ‘tahta geçirme’ kavramlarına bırakmıştır.”
Sıkıntı
Takip et: @SonsuzArk
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.
- Sonsuz Ark Yayınlarının Kullanımına İlişkin Önemli Duyuru için lütfen tıklayınız.