Sonsuz Ark/ Evrensel Çerçeveye Yolculuk
"‘Batılı Akıl’ egemen olduğu üç yüz yıl boyunca şeytanın liderliğinde ürettiği kılavuzlarla bir kütüphane oluşturmuştu; insanlık cahil bırakılarak ve zorla bu kütüphaneye bağımlı hâle getirilmişti."
Uçak birazdan inecekti Esenboğa Havaalanı’na; düşünmeye devam ediyordum. ‘Keşke!’, diyordum, ‘Ülkemdeki üniversiteler ‘Batılı Aklın Eleştirisi’ni merkeze alan büyük bir organize çabaya girselerdi, hem gençlerimize hem de bütün dünyaya faydalı olurlardı bu karanlık ve kuşatılmış çağda.
‘Batılı Akıl’ egemen olduğu üç yüz yıl boyunca şeytanın liderliğinde ürettiği kılavuzlarla bir kütüphane oluşturmuştu; insanlık cahil bırakılarak ve zorla bu kütüphaneye bağımlı hâle getirilmişti.
Sadece kötülük için yol haritaları çizen kılavuzlarla dolu olan bu kütüphane, önce şeytana geniş bir alan açarak herhangi bir tanrı olmadığını öğretmişti; sonra erkeğe ve kadına, ölüye ve diriye, doğmamışa ve doğmuş olana, çocuğa ve yaşlıya, sağlıklı olana ve hastaya, güçlü olana ve zayıfa, zengine ve fakire, beyaza ve siyaha neredeyse eşit bir şekilde aşağılık olmayı, öldürmeyi, yalan söylemeyi, zinayı, hırsızlığı, kumarı, aklı yok edici şeylerle sarhoş olmayı öğretmişti.
Sevgiyi ahmaklık, merhameti zayıflık olarak tanımlamıştı; iyilik yapmak yerine bencilliği öne çıkarmış, insanı yalnızlaştırmış ve kendi çocuğunu, kendisinin cinsel dokunulmazlığını parçalayacak, bedenini kesip biçecek kadar delirtmişti.
‘Batılı Akıl’, yaşanan bu sefaletin mimarı olduğunu biliyordu; kendi kütüphanesinden emdirdiği insanın şeytana dönüşeceğinden de emindi. Ve bir şeytana dönüştüğünü bilmeyen milyarlarca insanla birlikte yaşadığımıza göre yanılmamıştı da.
Peki ya biz? Batılı insanın yaşadığı sefaletten muaf mıydık? Biz Müslümanlar bütün bunları bildiğimiz halde neden Batı’nın kılavuz kütüphanesinden beslenmiştik, neden Batının ürettiği insanın sefaletini izlerken o şeytan pisliklerini emmeye devam ediyorduk?
Hayır; muaf değildik. ‘Modernleşme’ diyerek ruhumuzu sırtımızdan sıyırdığımız bir çılgınlık döneminde Batı'ya yüzümüzü dönmüş ve onun bizi gerilettiğini iddia edenlere inanarak Kur'an'ı bir kenara koymuştuk.
Satanizmin azizlerinin yazdığı kılavuzlarla dolu ‘Batı Kütüphanesi’ni bizi yüceltecek bir ‘tapınak’ olarak kabul etmiştik. Ve şimdi Batılılar gibi sefaletin öğrenilmiş çaresizliğinde debelenip duruyorduk; düşünmüyor, sorgulamıyor ve yeniden insan olmak için çaba göstermiyorduk, Hristiyanlar gibi Allah'ın gökten yere inip bizim için her şeyi yapmasını bekliyorduk.
Batı’dan emmiş olan kör, cahil ve sefil aydınlarımız yüzünden Batılı kılavuzlarımız bizi yanıltmaya devam ediyorlardı, gözlerimizi kılavuzlarımızdan ayıramıyorduk; onların kötülük üreten kitaplarından kopamıyorduk. Çünkü aldatılmış olmayı seviyorduk, sefaletten kurtulmak istemiyor, eğer istesek de nereden başlayacağımızı bilmiyorduk. Belki de bilmek istemiyorduk birer münafık olarak.
Kendisini ‘Müslüman’ diyerek tanıtan birçok aydınımsı şahısla çoğunlukla bu yüzden anlaşamıyorduk; ağızlarından ya da kalemlerinden çıkanlara referans olarak önüme sürdükleri isimler ya satanist yahudilerden ya da din düşmanı ateistlerden oluşuyordu; çoğu okudukları kitapların yazarlarının amaçlarının bile farkında olmayan şaşkınlardı.
Bir kısmı da Sufizm’in akla düşman, ancak şeytanî akla dost şizofrenisini mucize olarak telakki ediyor, ağdalı sözlerle okurlarını ve dinleyicilerini uyuşturarak cehenneme sürüklüyorlardı. Bir neyden, bir deften, bir de mistik hurafelerden dem vuruyor, ‘aşk’ diyerek putperestler gibi onlarca isim sayıklıyorlardı.
Oysa, Akıl, bize ‘Bismillah’ diyerek başlamamızı emrediyordu; evrenin yaratıcısı olan Allah’ı tek otorite kabul ettiğimizi ve onun dışındaki bütün otoriteleri reddettiğimizi beyan ettiğimiz mükemmel bir kılavuzdu Bismillah.
‘Bismillah’ diyerek başlamaktan daha zor hiçbir şey yoktu ‘Batılı Akıl’ için.
Sefaletten kurtulmak için ‘Bismillah’ demeliydi insanlar ve Kur’an’ın ilk sayfasından okumaya başlayarak aklın bütün kılavuzlarını yeniden yazmalıydılar. Müslümanlar da batılı sefaletin bütün ruhlarını ve bedenlerini ele geçirdiği bu günde gerçekten Müslüman olmak zorundalardı; Müslüman olduktan sonra çocuklarına ne zaman, nerede, nasıl, kim tarafından ve kendilerine neden öğretildiğini çok iyi hatırlayacakları ve dolayısıyla çok iyi bildikleri Kur'an gibi mutlak doğruları içeren ilahî bir kılavuz kütüphanesini kullanmayı öğretmelilerdi.
Onların çocukları, düşündükleri veya düşünecekleri şey her ne ise o ona ait zihinlerine yerleştirilmiş bulunan kılavuzlara bakacaklardı her şeyden önce. Ve sonra matematikle, felsefeyle, edebiyatla, sanatla 'aklın kılavuz kütüphanesi'ni hayata indirgeyerek yeniden kuracaklardı ve aldanmayacaklardı.
Aksi halde olacak olanlar belliydi; tarih, değişmez ilahî kanunların nasıl uygulanageldiğini bize gösteren sayısız örnekle doluydu.
‘Yoksa kötülük işleyenler, kendilerini, inanıp salih amel işleyenler gibi kılacağımızı; hayatlarının ve ölümlerinin bir olacağını mı sanıyorlar? Ne kötü hüküm veriyorlar! Allah, gökleri ve yeri, hak ve hikmete uygun olarak, herkese kazandığının karşılığı verilsin diye yaratmıştır. Onlara zulm edilmez. Hevasını (iyi veya kötü her türlü istek ve arzusunu) ilâh edinen, Allah’ın bildiği için saptırdığı ve kulağını ve kalbini mühürlediği, gözüne de perde çektiği kimseyi gördün mü? Şimdi onu Allah’tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hâlâ düşünüp ibret almayacak mısınız?’ diyordu Allah, Câsiye Suresinin 21-23. ayetlerinde.
‘Batılı Akıl’ bize istediğimiz her şeyi yapmayı ilke edinmeyi öğretiyordu; kulağı ve kalbi mühürlenmiş, gözlerine perde çekilmiş milyarlarca insanla birlikte yaşıyorduk ve Allah’tan başka hiç kimse sapmış aklı doğru yola ulaştıramazdı. Kur’an bizim kötülükten uzaklaşabilmek için ilk ve son çaremizdi.
Mahir, sohbetlerimizde Kur’an ayetlerini çok sık hatırlatmama şaşırırdı, ‘Nereden buluyorsun hemen konuyla ilgili ayetleri?’ derdi hafız olduğumu ve Arapça bildiğimi unutarak. Sonra da ‘Seninki de tefsir oluyor!’ derdi. ‘Yorumunu katıyorsun!’
Ben de gülerek ‘Akletmek böyle bir şey!’ derdim. ‘Allah, Kur’an okuyup düşünmek üzere akletmemizi emrediyor, aksi halde şeytanın da aklı var, Nietzsche’nin de, senin Kafka’nın da!’
Bugün akşam görüşecektik onunla; ‘kast göçeri’ olup olmadığını soracaktım ona. Kızacaktı önce muhtemelen, ama sonra durup düşünecekti her zamanki gibi. ‘Haklı olduğun yerler var, ama...’ diyecekti sonunda.
Cevval’in söyleyeceği şeyleri de merak ediyordum; sevinçliydi. Toplantıdan sonra balık yiyecektik Kızılay’da. Ankara onun köyüydü. ‘Burası benim köyüm’ derdi. ‘Köylü’ derdim o yüzden; kahkahalarla gülerdi. ‘Ankara’nın beyazı köylüdür; köy kökenlidir!’ derdi. ‘O yüzden İstanbul’un beyazı Ankara’nın beyazını hep küçümser. Ben İstanbul beyazı olarak seviyorum Ankara’yı; köy kokusu yüzünden!’
‘Sen de küçümsüyorsun!’ derdim koca bir çuvaldızla onu dürterek.
‘Hayır!’ derdi. ‘Ben seviyorum, çünkü karanlığı İstanbul’unki kadar derin ve karmaşık değil, ne kadar zorlarsa zorlasın, entrikaları hep çözebileceğim kadar basit; o yüzden burada çalışmayı seviyorum!’
Cevval asla indirmezdi duygularını; onların ayakaltlarında çiğnenme riskini göze alamadığı için. ‘Sen!’ derdi. ‘Geç eski-yeni başkentlerin beyazlarını, beyazdan daha başka bir şeysin. Ve asıl sen küçümsüyorsun bütün beyazları!’
‘Belki de!’ derdim. ‘Beyazların kibrini gördükçe içimde canlanan ilk şey küçümseme oluyor; sıradan insanların biraz soy-sop, biraz mülk, biraz şan-şöhret ve kalbur üstü bir makam görünce tanrısal fokurtularla şişinmeleri midemi bulandırıyor!’
Her seferinde kahkahalarla gülerdi Cevval. Herkesi kendisiyle, kendi kişiliğiyle ve yaptıklarıyla ölçtüğüm için de bana asla yalan söylemezdi. Çünkü bilirdi; kasıtlı olarak söylenmiş, entrika ruhlu her yalan benim için o insanın ölümüydü; siler atardım çevremden.
Sıkıntı
Takip et: @SonsuzArk
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.
- Sonsuz Ark Yayınlarının Kullanımına İlişkin Önemli Duyuru için lütfen tıklayınız.