Sonsuz Ark/ Evrensel Çerçeveye Yolculuk
Gerçek hiç kimseye ayrıcalık tanımıyordu, üstelik Satanist Küresel Hegemonya’ya rağmen ortaya çıkabiliyor ve yayılabiliyordu; Allah’ın kanunları böyle işliyordu:
“Tarih bunu görmezden gelme eğiliminde olsa da, ABD'nin küresel egemenliğe yükselişi büyük ölçüde savaş sırasında ve sonrasında gizli silah laboratuvarlarında çalışmak ve kontrollü kitle iletişim araçlarının temelini atmak üzere ülkeye kaçırılan eski Naziler tarafından mümkün kılınmıştır. Nazi bilim adamları jet motoru, balistik füze, nükleer bomba ve hem Amerikalıların hem de Sovyetlerin Soğuk Savaş'ta kullanmak üzere kendilerine mal ettikleri diğer gizli silah ve gözetleme teknolojilerini icat ettiler.
Sol’un Kapı Bekçisi vakıflarına ait bu ana şirketler, Dwight D. Eisenhower'ın veda konuşmasında ‘Askeri-Sınai Kompleks’ olarak adlandırdığı ve İkinci Dünya Savaşı'nın sona ermesinden bu yana ‘Savunma’ harcamaları için Amerikan vergi mükelleflerinin tahmini 15 Trilyon Dolarına el koyan yapının bir parçası haline geldiler. Yazar Joel Andreas'ın da belirttiği gibi bu miktar, ‘ABD'nin mevcut tüm insan yapımı zenginlikleri için harcanan paradan daha fazladır: yani her bina, otoyol, park, fabrika, araba ve diğer her şey için.’
‘Irkçılık Karşıtı Eylem Ağı’ndan Michael Novick uzun zamandır buralarda ve sayfalarca uzunluğunda bir iyi niyet listesine sahip. Pek çok örgütün gelip geçtiğine tanık olmuş ve 501(c)3/NGO/kar amacı gütmeyen şirket modelinin halk hareketlerinin ve otantik direnişin ölümü olduğuna inanıyor:
‘Bu tür örgütler 60'lı ve 70'li yılların direniş hareketlerinden arta kalanları vakumlayarak topladı, onlara maaşlı kadrolar verdi ve onları kısırlaştırdı. Bu durum, 'savaş karşıtı hareketin' mevcut döneminin ortaya çıkmasından çok önce de geçerliydi. Kadın hareketinin, Siyah ve Chicano kurtuluş mücadelelerinin başına 70'lerde gelmişti. 80'lerin sonunda, Neo-Nazizmin ilk dalgasıyla başa çıkmak için ortaya çıkan ırkçılık karşıtı projelerin çoğu, yönetim kurulu ve personel, hibe yazma modeline geçti ve sonuçta hem militanlıklarını hem de düzen karşıtı kıvılcımlarını kaybederek siyasi olarak önemsiz hale geldiler. Fon verenler nezdinde diğer akımların öncelik kazanmasıyla çoğu kapanmıştır.’
Bu çılgınlığın sona ermesi gerektiğine hiç şüphe yok ama yine de ‘savaş karşıtı hareket’ onlara en çok ihtiyaç duyduğumuz anda nerede? ‘Savaş karşıtı hareketi’ haklı gerekçelerle eleştirenlere saldıranlar, başka finansman seçenekleri olmadığından yakınanlar ve kan parası almayı mantıklı bulanlar, kendi isimlerini ve kariyerlerini sözde temsil ettikleri insanların önüne koyanlar ve bu ikiyüzlülüğün farkında olup daha fazlasını, daha iyisini isteyenler için yazılmış olsa da bu makaleyi okumadıkları kesin. Zor olsa da, fedakarlık gerektirse de ve hatta bu yozlaşmış sistemi yıkmayı gerektirse de, hareketlerimizin nasıl şeytanla dans etmeye başladığına ve bir zamanlar hor gördüğümüz şeylere dönüştüğüne bakmalıyız.”
Henry Makow’a, Terry Melanson’a ve gerçeği gün ışığına çıkararak internette ulaşılabilir hale getiren herkese teşekkür etmeliydik insanlık olarak, çünkü hepimiz için kaçınılmaz olan cehennem hayatına karşı insanlık adına direniş gösteren insanlar bunu hak ediyordu; ‘Sıkıntı’ da bu amaçla yazılıyordu.
Yazsalardı okuyacaktık; yazmadılar. Belki de bilmiyorlardı ya da bildikleri şeyler bu büyük şeytanî ağın küçük birer parçası olduğu için bütünü göremiyorlardı. En kötü ihtimal ise ülkelerine ve dinlerine ihanet içinde olduklarıydı; insanların gözlerini köreltmek için yazıyorlar ve kendileri de bu cehennemin birer hizmetkârı olarak yaşadıklarını hiç kimsenin bilmesini istemiyorlardı. Sebilürreşad dergisinin Rockefeller’den teberru adı altında para alması başka türlü açıklanamazdı.
Kim sorgulayacaktı ki? Kahramana dönüştürülmüş şairler, yazarlar, aktivist kılıklı düşünürler ve daha niceleri, yani ihanet çemberinin içindeki herkes suçlu muydu, bilmiyordum, ama hiçbirinin masum olmadığını düşünüyordum. Ankara benzer hainlerle doluydu hâlâ; Erdoğan nasıl başa çıkacaktı ki gölgelerle?
Uçak inişe geçerken gözlerimi kapattım; yorucu gerçeğin dudaklarına sağ işaret parmağımla dokundum ve içimi sessizliğe davet ettim.
Susmuştu içim belki, ama düşünmekten uzak duramıyordum. Ne vakit yorularak gerçeğin gözlerini yarım ayak tutsam, ısrarla sarıyordu kollarımı çocuklar; ‘Lütfen gerçeği göster, lütfen!’ diyorlardı. Gerçeğin gözleri parlaktı çünkü... içlerini ısıtıyordu şimdiki ve gelecekteki çocukların...
Karım’a indiğimi haber verdim mesajla. Çok sevinmişti yine. ‘Elhamdülillah’ demişti kısaca. Her yolculuğum başladığında heyecanlanırdı; ben uçaktan inene kadar da yerinde duramaz ve hiçbir işe kendini veremezdi. Uçaklardan indikten sonra gönderdiğim mesajlar onun için her şeyin yolunda olduğuna, hayata devam edebileceğine dair birer başlangıç komutu haline gelmişti.
Şirketin gönderdiği arabayla Esenboğa Havaalanı’ndan çıkarak Özal Bulvarı’na girdiğimizde saat 11.32’yi gösteriyordu. Anıtkabir’in kuzeybatısında bulunan şirket binasındaki toplantımız 12.00’da başlayacaktı.
‘Yetişebilecek miyiz?’ diye sormuştum şoföre. Çok kalabalıktı havaalanı ve yarım saate yakın bir süre fazla beklemiştim.
‘Yetişiriz, endişelenmeyin!’ demişti beni her zaman karşılayan ve şirkete götüren şoför, gülümseyerek. ‘Hafta sonu olduğu için daha sakin yollardan gideceğiz, en az on dakika önce şirkete yetiştiririm sizi!’
Rahatlamıştım. Gecikmekten ve bekletilmekten hiç hoşlanmazdım; ancak bazen yapılabilecek çok fazla şey olmazdı. Ankara’nın trafiği İstanbul’un trafiği kadar olmasa bile içinden çıkılmaz oluyordu çoğu zaman ve eğer birkaç saat önceden yola çıkmadığınızda vakitli olarak gitmeniz gereken yere gidemezdiniz.
Ankara’yı bir türlü öğrenememiştim. Çünkü toplantılar dışında çok fazla zaman geçirmemiştim başkentte. Her seferinde işim biter bitmez ayrılmak, bu ağır ve sinsi havaya sahip şehirden uzaklaşmak istemiştim; o güne dek gittiğim her yere arabayla götürüldüğüm için, Kızılay dışında nerede ne olduğunu da pek bilmiyordum. Geceyi geçireceğim yer her zamanki gibi Kızılay’a çok yakın olan otelimdi.
Yine Cevval gelip alacaktı beni toplantıdan sonra ve balık yemeye gidecektik; sonra da Mahir’le buluşacaktık. Cevval’in beni Mahir’in bulunduğu yere götürmesini isteyecektim, ondan sonrası da arabası olmayan ve araba süremeyen Mahir’e kalmıştı. Muhtemelen yürürdük.
Mahir’le birkaç gün kalsaydım, bütün Ankara’yı yürüyerek gezdiği için bana her yeri bütün özellikleriyle anlatacaktı, ama zamanım yoktu ve sevmediğim bir şehri öğrenmek de istemiyordum. Erdoğan’ın on yedi yıldır yönettiği hükümetler bile, masonların -İstanbul’dan hemen sonra- egemenlik sahası haline gelen kuru başkenti sevmeme yetmemişti. İstanbul ise bambaşka bir yere sahipti bende; hatıralarım vardı öğrenciliğimden kalan.
Şoförün söylediği gibi, toplantıya on dakika kala şirkete ulaşmıştık. Arabadan indiğimde yüzüme bir çöl dalgası çarpmıştı.
Kuru ve yakıcı bir sıcağı vardı Ankara’nın. İyi ki klima vardı diyordum hep; şükür ki gölge bu kadar yakıcı ve bunaltıcı değildi bu şehirde.
Kısa kollu açık bej, spor, ham keten bir gömlek ve koyu bej, ham keten bir pantolon giymiştim, ayağımda da koyu beje yakın açık kahverengi yazlık deri bir ayakkabı vardı. Vejetaryen prototipler deri giymeme kızsalar da pek umursamıyordum, en sağlıklı olanı deri ayakkabıydı çünkü.
Şirketin yönetim kurulu üyeleri dahil tepe yöneticilerinin tamamının ve genel müdürle birlikte şube müdürlerinin de toplantı odasında olduğunu görünce rutin olan bu toplantının uzun süreceğini anlamıştım. Konu önemliydi ve bu kez sorun çıkaran Londra’ydı.
Toplantı başladıktan kısa bir süre sonra bu savunma şirketi için hazırladığımız raporu büyük ekrana yansıttım; herkesin önündeki ekrana da yansımıştı slayt olarak hazırlanmış olan rapor. Kritik parçaların tedariki ile ilgili sıkıntılar çok büyüktü ve bu parçaların gecikmesine bağlı olarak şirketin üretim zinciri sağlıklı işlemiyor ve teslimatla ilgili problemler arttığı ve belirsizlik sürdüğü için de şirket ödeme alamıyordu. Can suyu kesik olan bir şirket öz kaynaklarıyla çok fazla uzağa gidemezdi.
İngiliz hükümeti tedarikçi şirkete Türkiye’nin siparişlerini ağırdan almasını söylemişti; ABD gibi İngiltere de Erdoğan’a baskı yapıyor, savunma şirketlerinin gelişmesini engellemeye çalışıyordu. Ancak İngilizler Amerikalılar gibi açıktan ambargo uygulamıyorlardı, bunu birçok maskeye sararak yapıyorlardı; onları iyi tanıyordum.
Sıkıntı
Takip et: @SonsuzArk
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.
- Sonsuz Ark Yayınlarının Kullanımına İlişkin Önemli Duyuru için lütfen tıklayınız.