Sonsuz Ark/ Evrensel Çerçeveye Yolculuk
"‘Bekçi’nin notları okurunun sıkılmasına izin vermeyecek kadar canlı ve ayrıntılıydı. Belki de belgesel tadında, bir senaryoya bile dönüştürebilecek kadar ‘kim kimdir’ çözümü izliyordum."
Yine 20 Haziran’da Star Gazetesi’nde hiç beklenmedik bir isimden hiç beklenmedik bir röportaj yayınlandı. Eski TBMM Başkanı, gizemli yapısı ve basına kapalı toplantılarıyla gündeme gelen Encümen-i Dâniş’in Başkanı Necmettin Karaduman, Başbakan Erdoğan’a destek verdi:
“Hükümet özellikle ekonomik açıdan önemli hamleler yapmış ve ülke güçlenmiştir. Bizi zayıf görmek isteyen devletler ekonomik açıdan güçlü olmamızı arzu etmezler. Hükümetin PKK sorununu çözmesi çok yerinde oldu ve desteklenmesi lazım. Bu süreç sona erdirilmek istenirken olumlu bir neticeye vardırılması temin edilmeli. Bunlar Türkiye’yi hep güçlendiren şeyle. AK Parti memleketin korunması açısından takdir edilecek politikalar yürüttü. Muhalifler bunu görmek istemiyor. CHP başarılı görünmüyor” dedi.”
‘Bekçi’nin notları okurunun sıkılmasına izin vermeyecek kadar canlı ve ayrıntılıydı. Belki de belgesel tadında, bir senaryoya bile dönüştürebilecek kadar ‘kim kimdir’ çözümü izliyordum. Türkiye’nin hainlerinin adları da Türkçe’ydi, ama bu hainler bazen düşmanın dilini kullanmayı daha çok tercih edilir buluyorlardı. Çünkü bu, onları ne kadar daha çok hain olduklarını göstermelerinin bir yoluydu.
FETÖ’nün İngilizce yayın yapan gazetesi ‘Today’s Zaman’ böyle bir gösteri mekânıydı.
“Gezi Parkı eylemlerinin en şiddetli günlerinde The School for Advanced Studies in the Social Sciences (EHESS) Paris’te çalışan sosyolog Nilüfer Göle’nin Today’s Zaman’da yayınlanan analizi fantastik bir kurgunun detaylarıyla doluydu.” diyordu ‘Bekçi’ ve o fantastik kurguya sürüklüyordu bizi:
“Nilüfer Göle, Tarihçi İlber Ortaylı’nın “Kitap okumuyorlar, koklaşarak iletişim kuruyorlar” diyerek özetlediği eylemcilere yeni bir kuşak tanımı yapma kaygısı güdüyor, Erdoğan’ı hedef tahtasına koymakta sakınca görmüyordu. Analizinin özü sosyolojik değil, tam aksine politik ve ideolojikti:
“Kamusal yaşam, tek pehlivanlı meydana dönüştü. Yeni bir vatandaşlığın provası yapılıyor.”
Nilüfer Göle, hareketi masumlaştırıcı bir yerden karşı taraftı; bakıyordu, tespitleri de nesnel değildi:
“Gözümüzün önünde yepyeni bir hareket doğuyor. Katılımcıların kendisi de hoş bir şaşkınlık içinde. Kendi seslerini duymanın, eylemlerinin birleştirici gücünü görmenin coşkusunu, sevincini yaşıyorlar. Tansiyon beş gün sonra bile halen yüksek. Tedirginlik veren çatışma korkusu, polis baskısı, yaralılar, insan kayıplarına rağmen, şenlik havası hakim. Bu hareket, tüm gözlemcilerin belirttiği gibi yeni bir eşiğe işaret ediyor. Hareketin adını koymaya çalışıyoruz. ‘68 Fransız başkaldırısını hatırlatanlar, Arap baharına gönderme yapanlar, Occupy Wallstreet’i de kapsayan Avrupa “kızgınlar hareketi”ni kendine daha yakın bulanlar var. Gezi meydan hareketi ise bunların hepsi ve hiçbiri. Hepsinden bir unsur taşıyor. Hepsi gibi sokağa çıkma, meydanı işgal etme, vatandaşın nöbet tutma hareketi. Ama hepsinden ayrılan bir özgünlüğü var. Fransa 68 gençlik başkaldırı hareketi, uzun süren De Gaulle iktidarının yıpranması sonucu kıvılcımlanan, “yeter” sloganıyla gençliğin sokakları işgali ve polisle çatışması. Gezi meydan hareketi de, 68 hareketi gibi, on yıllık iktidarın kişiselleşmesine “yeter” artık diyen bir başkaldırı hareketi.”
Polise ve zabıtaya göstericilere, eylemcilere şiddet uygulanması emrini veren FETÖ’nün gazetesinde yazan Göle, neden-sonuç ilişkilerinden yoksun analizinde paket kabul dayatması ile meşguldü:
“İktidarın biber gazı ve polis gücüyle müdahelesi kamusal alanın boğulduğunu, zehirlendiğini gözler önüne serdi. Vatandaşın evinden işinden koşup, çoluk çocuk, tencere tavalarıyla bu dalgaya katılması bu tespitin paylaşıldığını gösteriyor. Gezi öncesi, kamusal alan daralıyordu. İfade özgürlüklerinin kısıtlanması, gazetecilerin yargılanmaları, muhalif seslerin susturulmaları, işten atılmaları, oto sansürün yaygınlaşması canımızı acıtan bir biçimde, en son Hasan Cemal olayının ayyuka çıkardığı gibi, epey zamandır gündemde.”
Diğer Erdoğan karşıtları gibi, sosyolojik alana kaydırılmış ‘sosyolojik krema’ tadında bakışını şöyle noktalıyordu Nilüfer Göle:
“Erdoğan’ın kişiselleşen iktidarı, Kars’taki heykelden, İstanbul’daki AKM projesine kadar, kendi zevkini, ufkunu dayatma alışkanlığı, insanların kendi hayatları, çevreleri, kentleri konusunda iktidarsızlaşmasına sebep oldu. Kamusal yaşam, tek pehlivanlı meydana dönüştü. Yeni bir vatandaşlığın provası yapılıyor.”
Nilüfer Göle’nin dilindeki agresif akademik ayrışmanın anlattıklarına karşılık, Gezi Terörü’ndeki sosyolojnin başka bir akademisyeninin dilindeki fotoğrafını görerek ‘Gezi Parkı’ eylemlerinin ve kuşak histerikliğinin nasıl sabitleştiğini inceleyebiliyorduk:
“Gösteriye katılan gençlerin doğum tarihlerinin aynı dönemlerde olması, onları 'sosyolojik kuşak' yapmaz. Sosyolojik bir kuşağın olması için hükümet karşıtlığı da yeterli değildir! Sosyolojik kuşağın olabilmesi için ortak bir ideolojinin, kültürün, güçlü bağların, karşılıklı etkileşim kalıplarının ve iradenin olması gerekir.” diyerek yaygınlaştırılmak istenen algıya itiraz ediyor ve:
“Gezi Parkı gösterilerinin, park meselesinden, kitlesel bir siyasi muhalefete dönüştürülmesi sürecinde, bazı çevreler sosyolojiyi kendi ideolojileri çerçevesinde kötüye kullandılar. Sosyolojinin kötüye kullanılması geçmişte de yaşandı. Kalitatif çalışmalardan kantitatif sonuçlar bile elde edilmeye çalışılarak, sosyolojinin herkes tarafından bilinen genel kuralları yok sayıldı. Kalitatif verilerden toplumsal genellemelerin yapılmasına ve politik duruşlara, sosyolojik şemsiye altında meşruiyet sağlama çabalarına tanık olduk.” diyordu.
Koç Üniversitesi yapılırken kesilen binlerce ağacın tartışıldığı o günlerde, ağaç katliamına yönelik eleştirilere, gösterilere destek vermek amacıyla konuşan Yazar Orhan Pamuk farkında olmadan ters katkı yapmış, CHP iktidarı’nda Taksim ve Gezi Parkı’nda yapılan ağaç katliamını anlatmıştı:
“Taksim Meydanı bütün İstanbul’un kestane ağacıdır ve korunmalıdır. İstanbul’da 60 yıldır yaşıyorum ve bu şehirde yaşayıp Taksim ile ilgili bir hatırası olmayan birisini hayal bile edemiyorum. Alışveriş merkezine çevrilmek istenen eski Topçu Kışlası’nın ortasında 1930’larda resmi maçların oynandığı mini bir futbol stadyumu vardı. 1940 ve 1950’lerde İstanbul’un gece hayatının merkezi ünlü Taksim gazinosu Gezi parkının bir köşesindeydi. Sonra bütün bu binalar yıkıldı, ağaçlar kesildi, yenileri dikildi ve parkın kenarına bir dizi dükkan ve İstanbul’un en ünlü resim galerisi açıldı.”
Sonuç olarak Gezi Parkı Eylemlerinin ana hedefi Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın istifaya zorlanmasıydı. Bu başarılamazsa ardıl hedef, Erdoğan’ın kanatlarının kısılması ve böylelikle Türkiye’nin küresel güç olma hedeflerinin ve ekonomik, siyasî, sosyolojik ve psikolojik gerçekleşmelerindeki toplam kalitenin artmasını engellemeye yönelik hem yerel hem de küresel anlamda karşı kazanımlar elde etmek olacaktı.
Organize ilişkiler ağı ve yaşananlar ortadaydı. Faiz Lobisi’nin şiddet ve terör günlerinde yaptığı işlemler de araştırılıyordu zaten.
Gezi Parkı’ındaki ağaçlar Taksim Kışlası’nın yapımındaki minik engeller olmuşlardı, ancak Ayasofya’nın ibadete açılmasıyla ilgili sosyolojik hareketlilik gün geçtikçe hacmini büyütüyordu. 1960 Askeri darbesi ile müzeye çevrilen Trabzon Ayasofya Cami 53 yıl sonra ibadete açılmıştı.
Recep Tayyip Erdoğan, Jirinovski’nin dediği gibi, sadece kendisi değildi: “Batı, İslamlaştırılan bir Türkiye istemiyor. Ki bu Türkiye sadece boş oturmayacak, aynı zamanda tüm Müslüman dünyasını birleştirecek.”
‘Deniz Yazarı’nın ‘Gezi Terörü’ ile ilgili süreç takibi ve analizi bitmişti, ancak diğer bekçilerin ‘sıkıntı’nın sonraki bölümlerinde işleyeceğimiz notları henüz başlamamıştı.
Sıkıntı
Takip et: @SonsuzArk
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.
- Sonsuz Ark Yayınlarının Kullanımına İlişkin Önemli Duyuru için lütfen tıklayınız.