Sonsuz Ark/ Evrensel Çerçeveye Yolculuk
"Ama bu dostluk mudur, başka şey midir? Hastalıkla, yani bağımlılıkla dostluğu karıştırıyoruz gibi geliyor bana; birinin yerine diğerini koyduğumuzda eksik kalıyor çünkü, olan biten her şey."
Elbette acı çekiyordu insan, terk ettiği alışkanlıklarla meşgul olamayınca. Mahkûmiyetten kurtuluyordu, doğru; ama başka bir mahkûmiyete doğru dümen kırdığını fark etmiyordu. Acı daha büyük bir mahkûmiyetti oysa.
İnsan, dertleşmek için ya da ne zaman isterse kendisini anlamak için bir yerde daima hazır tuttuğu bir affedici duvar gibi alıştırıyordu kendine dostu, dostuna da kendisini.
Böyle bir açıdan bakınca, çıkarcı mekanizma kurulduğunu görüyordu insan, tâ ilk insandan bu yana. Ve size kadar gelmiş; çaresiz dost ya da değilin içerisinde acı söyleyen, uyaran, susan, kızmayan, kızsa da küsmeyen ve bunları yapmadığı zaman dost saymadığınız insana bu ihtiyaçlarınız yüzünden mahkûmsunuz.
İnsanın bu ihtiyaçlarına da alışkanlıklarından bir kısmı diyebilirdik.
Kolay kaybediyorduk, zor kazandığımız hâlde. Güvensizliğin hüküm sürdüğü yeryüzünde güvenmeyi başarabildiği bir insana karşı daima dikkatli ve nazik olmalıydı herkes.
Sert bir ruhla yanımıza çıkageldiklerinde, dostlarımızı önce sakinleştirmeli ve onları dinlemeliydik; hemen karşılarına kendi nefsimizi dikmemeli, onları alışkanlıklarının içine kendi dostluğumuzun güzel ve iyi alışkanlıklarını iterek beklemeliydik; yumuşasınlar, öfkelerini ezsinler diye... zaten bu değil miydi dostluk?
Balıklar bile alışkanlıklarının peşinden gidiyorlardı; onları da bu zaafları yüzünden yakalayabiliyorduk; yunuslar mesela, köpekler, kediler, eşekler, atlar… Onların bu alışkanlıklarını fark ettiğimizde dostluk diye takılıyordu aklımıza, onların bu ısrarlı yolculukları…
Ya da durup düşündüğünüz yerde bir meyhaneye dadanmış olan bir ayyaş, bir avın peşinde günlerce koşturan bir avcı, parmaklarını ve zihnini yazmaya alıştıran bir yazar, gündelik devinimlerine namazı iliştirmeyi başarmış bir mü’min, şiirin alternatif ruhlarında özgürlük derleyen bir şair, insanları sömürmeyi meslek edinmiş bir tefeci, kazdığı mezarları tek tek hatırlayan bir mezarcı, aklınıza doymamış alışkanlıkları getirse de, bu alışkanlıklara dostluk da sığdırılmış gibi gelir size.
Ama bu dostluk mudur, başka şey midir? Hastalıkla, yani bağımlılıkla dostluğu karıştırıyoruz gibi geliyor bana; birinin yerine diğerini koyduğumuzda eksik kalıyor çünkü, olan biten her şey.
Dostluk bir bağımlılık değildi; bağımlılık olarak baktığınızda dostunuzu kaybetmeye başlarsınız. Bağımlılıklar bir ihtiyaca binaen başlayan alışkanlıklardır evet; dostluk da bir ihtiyaca binaen başlayan alışkanlıklarla başlamıştır, ama bağımlılık gibi tek taraflı bir duygu yoktur dostlukta…
Birdenbire terk edip gidemezsiniz, birdenbire tekmelerinizle bütün iyi ve güzel paylaşılmışların üzerinde tepinemezsiniz. Bu, sizi, gelmiş geçmiş en aşağılık yaratık hâline sokar; yine siz üzülürsünüz.
Varsayalım ki dostunuzu yordunuz, dostunuz sizi yordu; oturun düşünün ince ince…. Bütün iyi ve güzel hatırâlarınızı sevin tek tek ve onları asla incitmeyecek bir şekilde, kendinizi dostunuzdan, dostunuzu da kendinizden eksiltin. Çünkü bir gün geldiğinde ona anlatmak isteyeceğiniz güzel şeyler biriktirmiş olacaksınız.
Ben bir gezginin ruhuyla bunu daha iyi hissediyordum. Dostluğa dair çok hatırâlarım vardı, kendi hayatlarının içinde eriyip giden dostlarımı hatırlamıyordum, onlar böyle istedikleri için. Ancak onlara dair olan her şey güzelce paketlenmiş bir şekilde duruyordu bir yerlerde, ki eğer incitmeden gitmişlerse…
Alışkanlıklarınız değişebilir, dudaklarınız başka isimler söyleyebilir; ama unutmamanız gereken bir şey vardı; Allah’tan daha güzel bir dost yoktu. Bu yalnızlığın içinde en çok gördüğüm, anladığım ve hissettiğim buydu.
Allah’ı incitmek mümkün değildi, ama eğer dost edinmişsek onu, ‘çok hassas olmalıyız’ diyordum kendi kendime… günahlarımız ve kusurlarımız azalmalıydı her geçen gün. Bunu da Allah’ı dost edinen dostlarımızla başarabilirdik.
Cevval’e de bunu anlatmaya çalışıyordum: ‘Allah’ı dost edinmek gerek!’
Saat hızla ilerliyordu bu kez. Mahir’in mesajı geldiğinde 16.45’i gösteriyordu balıkçının saati. ‘Azizim, bekliyorum; ne zaman geleceksin?’
‘Mahir, ‘ne zaman geleceksin’ diye soruyor!’ dedim Cevval’e.
Cevval’in yüzü asıldı birden. Sonra, ‘Bu iş burada bitmedi, Mühendis!’ dedi biraz buruk, biraz da heyecanlı bir sesle. ‘Benim sabır taşım seninle tanışmak istiyor!’
‘Sabır Taşı’ diyordu evleneceği kıza.
‘Ne zaman olacak bu?’ diye sordum onun heyecanını paylaşarak.
‘Bu akşam, belki gece!’ dedi Cevval. ‘Sen Mahir’le görüştükten sonra!’
‘Benim için sakıncası yok!’ dedim. ‘Zamanı senin programlaman gerek. Mahir’den konum göndermesini istiyorum o halde. Taksiyle giderim ve taksiyle dönerim. Sabır Taşı’nla tanıştıktan sonra da beni otele bırakırsın!’
Cevval elindeki çatalı tekrar tabağın kenarına koydu:
‘Seni ben bırakacağım ve alacağım, taksi yok Mühendis, otel de yok!’ dedi kararlı bir bakışın eşlik ettiği ses tonuyla. ‘Valizin ve diğer eşyaların zaten arabada. Seni Mahir’e istediğin zaman bırakırım, haber verdiğinde de gelir, alırım, yarın sabah da Esenboğa’ya bırakırım. Mahir’den konumunu iste, oteli de ara, gelmeyeceğini söyle!’
Güldüm. ‘İD senden daha kibardı, Cevval!’ dedim. ‘En azından fikrimi sorar ve yine bildiğini okurdu, sen onu da yapmıyorsun!’
‘İD...’ dedi Cevval durağanlaşan sesiyle. ‘İstanbul Havaalanında çok kötüydü. Adana’ya geldikten sonra daha da kötü oldu. Dün akşam onunla da telefonda konuştuk. Senin aile huzurunu bozduğunu düşünüyordu. ‘Keşke Ricmond’a gelmeseydim’ dedi defalarca. Hiç de iyi bir şey yapmadığımı fark ettim her ikiniz için. Tekrar özür diliyorum senden; ondan da özür diledim, ama... ne işe yarar ki; olan oldu bir kere!’
Gerçekten üzülmüştü Cevval.
‘Artık yapacak bir şey yok, dostum!’ dedim hüzünlü bir sesle. ‘Doğduğumuz andan beri sınanıyoruz. Bazen hiçbir şey insanın istediği gibi sonuçlanmaz ve bu gerçekle de yaşamaya alışır insan. İD iyi bir insan; asla onun üzülmesini istemem, tıpkı karımın üzülmesini istemediğim gibi. Bu da bizim sınanmamız!’
Balıkçıdan çıktığımızda ikindi vakti girmek üzereydi. Mahir konumunu göndermişti. Seyranbağları’na gidecektik. Balık gerçekten güzeldi; teşekkür etmiştim Cevval’e, onu Adana’ya kebap yemeye davet ederken.
‘Bazı denizler çöle bitişiktir, Cevval!’ dedim yolda. ‘Çöl biter, deniz başlar ya da eğer denizden bakacaksan deniz biter, çöl başlar. Hem denizin hem de çölün kendisine göre nimetleri ve külfetleri vardır. Bir yanımız deniz, diğer yanımız çöl. Bazen bolluktur hayat bazen de kıtlık; böyle sınanıyoruz işte!’
‘Deniz ve Çöl!’ dedi Cevval derin bir nefes alarak. ‘Benim hayatım sanırım aynı anda hem denizde hem de çölde geçiyor dostum. Ruhum hep çölde, hep denizde; ama bedenim ruhum beni bırakıp gidene kadar nerede olduğunu asla idrak edemeyecek!’
Ankara bir çöl müydü, deniz miydi, her ikisi miydi; bilmiyordum. Ama şimdi ikindi güneşini arkamıza alarak ilerliyorduk Seyranbağları’na doğru.
Çöl’de bir adam bekliyordu bizi.
Sıkıntı
Takip et: @SonsuzArk
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.
- Sonsuz Ark Yayınlarının Kullanımına İlişkin Önemli Duyuru için lütfen tıklayınız.