Sonsuz Ark/ Evrensel Çerçeveye Yolculuk
"Eklentilerle genişletmiş ve günümüze uyarlamıştı evi tadilatta. Taş duvarları mümkün olduğunca korumuş, eklentileri de sıva ve boyayla taşlara uyumlu hale getirmişti."
Sağ koluma girdi ve beni, tunç tokmağı olduğu gibi muhafaza edilmiş, fıstık yeşiline boyalı, el yapımı, taş duvarların arasında bir tablo gibi duran, geniş ağaç kapıdan içeriye doğru sürükledi Mahir.
‘Çökmek istediler, karşılığında daire, para teklif ettiler, reddettim!’ dedi neşeyle. ‘Yetmedi, elimde avucumda ne var ne yok tadilata, restorasyona harcadım, bu yüz elli yıllık bağ evini adam etmek için!’
Yürüdük yan yana.
Girişte, taş döşeli sağlı sollu ağaçlarla süslenen yol karşılıyordu gelenleri. Ağaçların diplerindeki toprak yeni elden geçirilmiş, havalandırılmış ve sulanmıştı; mis gibi toprak kokusu yayılıyordu ortalığa.
Evin, birkaç taş basamakla girilen yüz elli yıllık tahta kapısı, ahşap desteklerle güçlendirilmiş doğal bir sundurmayla ve sundurmanın üzerine sere serpe yayılmış ve birkaç yerden de aşağıya doğru sarkmış asma yapraklarıyla gizlenmişti.
Sundurmanın altı genişti; sallanan eski bir gürgen koltuk, duvara yaslanmış bol yastıklı bir divan ve küçük tabureler vardı.
Asma dallarından sarkan sık yapılı salkımlarda simsiyah, berrak ve dolgun taneli üzüm sergisi vardı. Uzanıp tek tek alıp yemek geliyordu insanın içinden, o güzelim üzüm tanelerini.
Divana buyur etti beni neşeyle. Eli ayağına dolaşmıştı o koca adamın. ‘Otur hele, Gardaş!’ dedi. ‘Susamışsındır, ne ikram edeyim içecek olarak!’
Oturdum, sonra kolundan tuttum, ‘Sen de otur, Ağa ya!’ dedim. ‘Biraz nefeslen, güneşte beklettik seni, hakkını helal et!’
Divana, yanıma oturdu heyecanla. ‘Ne demek, Azizim?!’ dedi. ‘Dostunu bekleyen, dostunun gecikmesinden rahatsız olmaz; ne hakkı?’
Gözlerindeki derin hüznü saklayamıyordu.
‘Yenge yok evde, sanırım!’ dedim. ‘Yalnız mısın, ya çocuklar?’
Rahatladı biraz, ‘Yalnızım. Annesine götürdüm hanımı!’ dedi. ‘Çocuklar da geziyorlar, yaz tatili bitecek; dönerler yakında!’
‘Ne yapıyorsun burada tek başına?’ dedim.
‘Okuyorum, dergiyle uğraşıyorum!’ dedi sesindeki kırgınlığı gizlemeye çalışarak. ‘Hiç boş zamanım yok; bakma sen böyle göründüğüme!’
Sundurma, biraz aşağıya doğru akan yaklaşık iki dönümlük bir bahçeye bakıyordu. Bakar, yazardı insan burada; bakar, düşünürdü. Okurdu.
Sağdan soldan bahsettik, ikindi namazını kılacağımı söyledim. Hemen evden içeriye davet etti beni. Eski evlerin kapıdan girişte büyük bir salona açıldığını biliyordum. Burası da öyleydi. Birkaç kapı vardı odalara ve mutfağa, lavaboya açılan.
Eklentilerle genişletmiş ve günümüze uyarlamıştı evi tadilatta. Taş duvarları mümkün olduğunca korumuş, eklentileri de sıva ve boyayla taşlara uyumlu hale getirmişti.
Ayakkabılarımızı çıkararak içeriye girdik. Eski halılarla döşeliydi tahta zemin.
‘Taş evin çok güzel, doğal ve sıcak Mahir Ağa!’ dedim. ‘Allah güle güle kullanmayı nasip etsin!’
‘Allah razı olsun, Azizim!’ dedi. ‘Sana da daha güzelini nasip etsin!’
Teşekkür ettim, ağaçların serinliğini alarak pencereden süzülen loş ışıkta etrafa bakarken.
Bir köşede namazlık buldu; çok eski, antika denebilecek elde dokuma halı bir namazlıktı bu.
‘Evi aldığımda burada bir köşedeydi bu seccade!’ dedi Mahir. ‘Bakımını yaptırdım. Arada bir sererim kıbleye doğru.’
Neşelenmişti. ‘Arada bir dediğin, sabahları mı?’ dedim ona takılarak.
‘He, Gardaş!’ dedi o Anadolu kokan içtenliğiyle. ‘Sabahladığım zamanlarda, namazı kılar yatarım. Çok güzel oluyor!’
‘Ya diğer vakitler?’ dedim gülümseyerek.
‘Onları sorma!’ dedi o da gülümseyerek. ‘Allah kıldıklarımı kabul eder inşallah. Evden çıkmadan da abdest alırım!’
Sağ-sol kavgalarının can aldığı günlerde eski ülkücülerin evden çıkarken akşama sağ dönemeyeceklerine dair düşünceleri vardı. ‘Ölürsek, abdestli ölelim’ diye düşündüklerini söylerdi Mahir. Cuma namazlarına da giderdi, o ân canı istiyorsa. Bazen cami adabına uymayan cemaatten birine yahut vaize kızıp camiyi terk ettiği de oluyordu.
‘Seçici Müslüman!’ dedim gülerek, namazlığı almak için elimi uzatırken. ‘Entelektüel Müslüman!’
Namazlığı vermedi, kendisi serdi kıbleye doğru.
‘Sıkıştırma yine beni, Azizim!’ dedi. ‘Namazını kıl hele, konuşuruz!’
Namazdan sonra kapıya çıktım, ayakkabılarımı giydim. ‘Allah kabul etsin!’ dedi Mahir. ‘Gel otur, Gardaş! Sen kıldın namazını, şimdi ben de kılmasam olmaz!’
Ben sundurmanın altındaki divana geçtim tekrar; o içeri girdi. İkindi serinliği çok güzeldi burada. Sıcak değildi; ayakkabılarımı tekrar çıkardım, ayaklarımı divana çektim ve sırtımı yastıklara dayadım. Gün yormuştu beni; bu serin ve dingin bağ evinde, rahat divanda, yumuşak yastıklarda uyumak ne güzel olurdu şimdi, diyordum içimden.
Öyle de olmuştu, içim geçmişti Mahir namaz kılmak için eve girdikten sonra. Ne kadar zaman geçtiğini hatırlamıyordum. Uyandığımda ince bir örtüyle üstümü örtmüş olduğunu gördüm Mahir’in. O da sallanır koltuğa oturmuş kitap okuyordu.
Saate baktım; 18.05’ti. Yaklaşık yarım saat uyumuştum. Uyandığımı fark etmişti Mahir.
‘Anlaşılan çok yoğunsun, Azizim!’ dedi. ‘Yumuşak yastık bulunca kendinden geçiyorsun!’
Sanki saatlerce uyumuş gibi dinlenmiştim. ‘Ricmond çok yordu beni, Ağa!’ dedim. ‘Mahmure’nin köyünden gelen bir afet, aldı götürdü beni o köye!’
Sıkıntı
Takip et: @SonsuzArk
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.
- Sonsuz Ark Yayınlarının Kullanımına İlişkin Önemli Duyuru için lütfen tıklayınız.