Sonsuz Ark/ Evrensel Çerçeveye Yolculuk
"Oturduk yine taburelerimize; birazdan akşam ezanı okunacaktı, birazdan geçecekti bir gündüzün son demleri."
Güneş biraz daha çekildi ufuktan, biraz daha karardı gökyüzü. Hafif bir rüzgar yokuşu tırmanıyor, bahçe duvarlarını aşıyor, ağaçların yapraklarını ve yüzümüzü okşuyordu.
‘Ölene kadar da oluşacağız, yani?’ dedi beni onaylarcasına.
‘Evet; oluşacağız ve olgunlaşacağız!’ dedim. ‘Zira bu eksiklikler, insanların diğer insanlarla ilişkide bulunma ihtiyacını doğurur. Toplumlar, bu eksikliklerin bıraktığı boşluk hissinden dolayı oluşmuşlardır. Dolayısıyla, kişisel olarak ruhlarında birçok eksik barındıran insanlar, herhangi bir şekilde bir araya gelmek zorundadırlar. Bir topluluk, fertlerin yetersizliklerinin getirdiği korkuları beraberce aşmak üzere var olur. Her fert, topluluğun fertlerinden herhangi bir kısmının kendi eksikliğini tamamlayacağını düşünür. Ve bu çaba da bireysel varoluşun sürekliliğini sağlamak adına sarf edilir. Erkek kadına, kadın da erkeğe büyük oranda bu bağlamda ihtiyaç duyar. Topluluk üyesi olan fert, üye olma özelliğinin, yine kendisindeki yeterli ve eksiksiz olma güdülerini pekiştirdiğini bilir. Bu bir nevi, yetersizlik ve eksiklik gerçeğini baskı altına alma girişimi olsa bile, aslolan şey ortaya çıkar, topluluk oluşur!’
‘Sosyolojik bir analiz yapıyorsun, Azizim!’ dedi Mahir, söylediklerimi tartarak dinlerken. ‘Korkarım ki haklısın da!’
‘Korkma, haklıyım!’ dedim gülümseyerek. ‘Aşk acısı da topluluklarda öğrenilen sancılardan biridir. Burada asıl önemli olan toplulukların hedefleri, özellikleri ve işlevleridir. Fert toplumdan nasıl etkilenmektedir? Ferdin eksikliklerine yönelik korkuları giderilmekte ve fert daha bağımsız bir hâle mi getirilmektedir? Yoksa, ferdin eksiklik/yetersizlik hissettiği duyguları beslenerek, daha kolay kontrol edilebilir olması mı sağlanmaktadır? İşte ferdin kurtulamayacağı iki temel soru budur!’
‘Aşk insanı kontrol eder, Azizim!’ dedi Mahir neşeyle. ‘Aklını, fikrini elinden alır mesela!’
‘Doğru!’ dedim, onun neşesine katılarak. ‘Ferdin topluluk içindeki macerası da hayatındaki bir adımlar zinciri olduğundan, bu zincirde yeni eksikliklerin oluşması da mümkün olabilecektir. Herhangi artı bir değer, herhangi eksi bir değeri ikâme edemeyeceğinden, o artı değerin vereceği fayda eksikliği gidermiş olmayacaktır. Ve ferdin tamamlanma ihtiyacını bu artı değerler biraz daha öteleyecektir. Bu bile bir kazanç olarak değerlendirilebilir. Zira eksikliklerden kaynaklanan özgüven zafiyeti, bir şekilde olumlu baskılarla azalacaktır. Bu noktada da asıl tehlike, artı değer edinilmeksizin, yeni eksi değerlere sahip olunduğunu fark edememektir. Dolayısıyla, özgüven zafiyetinin zamanla daha da artacağına kuşku yoktur. Aşk da insanın özgüven zafiyetinin merkezinde tohumlanır. Biliyoruz ki; insanın anlaşılabilir tüm kaygılarının temelinde her zaman korunması gereken bir şahsiyet vardır. Ve bu iyi bir şeydir; o, daha iyisini arayan bir 'kişiliktir'; eksiklerini tamamlamaya çalışır. Ve bu çaba saygıdeğerdir!’
‘Haklısın, Aziz Kardeşim!’ dedi Mahir, zihninin içindeki entelektüeli, bedenindeki erkeğin önüne geçirirken. ‘Kaygı önemli!’
‘Kaygı yoksa şahsiyet de yoktur ve kendi idrak dairesi içinde muhkem olamaz, muhkem olma adına faaliyetlerde bulunamaz!’ dedim çayımdan bir yudum aldıktan sonra. ‘Topluluklar ferdin muhkem olma kaygısını besliyorsa iyi, beslemiyor, uyuşturuyorsa kötüdür. İşte bu yüzden, sen, ben, o ve diğerleri, kendimizi, fark ettiklerimizi ve düşüncelerimizi yeterli, yerinde ve eksiksiz buluyor olmasaydık, -dikkat et bu bir çelişki değil- bir bütün olmak için yeni adımlar atmazdık. Unutmamak lazım; yeni adımlar atmamız da, kendi eksikliğimizi biliyor olmamızdan kaynaklanıyor. Bu türden acılar da öyle!’
‘İnsan doymaz, Azizim!’ dedi Mahir kendini toparlamış bir sesle. ‘Acıya doymaz, sevince doymaz, paraya doymaz, hırsa doymaz, doymaz da doymaz; ilanihaye doymasa da hep başka insanlara muhtaçtır!’
‘Sen burada bir dünya kurmuşsun kendine!’ dedim ona biraz cesaret vererek. ‘Kendi doğanı kurmuşsun kendi bahçende. Mahmure de belki bu ağaçlar gibi beslediğin bir duygu, bir düşünce. Bu durumun da kendine özgü bir değeri var; doğadan uzak, kimsenin beslemediği, kuruyup giden milyonlarca ağaç var şehirlerde. Şehirler de çölleşmiş, insanlar gibi; kimse ağaçlar gibi beslemiyor kimseyi duygusuyla ve düşüncesiyle. İnsanlık belki de tarihinin en kısır dönemini yaşıyor farkında olmadan!’
‘Şiir ve kadın, şehir erkeklerinin işidir, Azizim!’ dedi Mahir heyecanla yükselen sesiyle. ‘Ama dediğin gibi, kimse şehirlerde şiirle beslemiyor kadını artık. Belki de şiirle beslenecek kadın kalmadı şehirlerde.'
'‘Nasıl bir dünya olmalı?’ diye sormalıyız, Ağa!’ dedim. ‘Biliyorsun, Hakka hizmet etmeyen şiire mesafeliyim. Ama insanlığın kendi ruhunu nezaketle ve incelikle süslemesi gerek. Şiir gibi yaşayan kadınları şiirlerine konu edinen ve ruhlarını ince ince dokuyan erkekler olmalı hep. Bir çocuk şiir gibi bir evliliğe doğmalı, bir şiir gibi büyümeli kız ya da erkek olarak; şiir gibi ince ince işlenmiş duygu ve inanç yüklü. Sonra göklere yazılmalı şiirler, toprağa, suya, ateşe; ağaçlar şiir gibi sallanırken yapraklarıyla, yağmur şiir gibi yağarken, kar şiir gibi lapa lapa inerken yeryüzüne, buluşmalı şiir gibi kadınlar erkeklerin şiirlerinde!’
‘Vay, Azizim!’ dedi Mahir hemen ayağa kalkarak. ‘Şiir yazıyorsun sen şimdi, bak!’
‘Şiir okumalı kadınlar, kendileri için şiir yazmış erkeklerin karşısında. Şiir gibi hayatları olmalı erkeklerle kadınların!’ dedim ben de ayağa kalkarak. ‘Şiir gibi yaşayan kadınları şiirlerine konu edinen ve ruhlarını ince ince dokuyan erkekler olmalı hep. Şiir gibi doğmalı, şiir gibi yaşamalı, şiir gibi gitmeliler bu dünyadan…Şiir gibi bir cennette yaşayabilmek için!’
‘Nasıl bir dünya olmalı?’ dedi yüksek sesle Mahir sorumu tekrarlayarak.
‘Şiir gibi bir dünya olmalı!’ dedim sesine yankı oluşturarak.
İkimiz de ayaktaydık, çay bardaklarımız sol elimizde ve sağ ellerimiz havada.
İkimiz aynı anda bir kez daha, ‘Şiir gibi bir dünya olmalı!’ dedik yüksek sesle.
Kuş sürüleri kalktı o anda bütün ağaçlardan; keyifle durup öbek öbek kaçışan kuşları seyrettik... Birdenbire yükselen seslerimizden ürkmüş ve kaçmışlardı bildikleri en iyi şeyi yaparak.
Oturduk yine taburelerimize; birazdan akşam ezanı okunacaktı, birazdan geçecekti bir gündüzün son demleri.
‘O kadar çok doluyuz ki birbirimizin seslerine karşı...‘ dedim neredeyse fısıldayan bir sesle. ‘Bazen doğanın o dinginleştirici tadını zihnimizin durulanması için tatmak iyi gelecek hepimize. Ruhumuz da bedenimiz gibi nekahet dönemleri yaşayabiliyor hastalandığında. İnsanlığın hastalıklarına daha çok şahit olduğumuz bu günlerde doğa tedavi edici merhametini kimseden esirgemiyor. Hangi dinden olursa olsun insan, Allah hepimiz için yaratmış her şeyi, hepimiz için koyuyor sınırlarını ve bu sınırlarla olan ilişkimizde hiçbirimizi ayırmadan sınıyor. İnanmış olmak hiçbirimizi sınanmaktan muaf tutmuyor!’
‘Kırkı aştık, Azizim!’ dedi Mahir. ‘Belki sınandığımızı çok az fark ettik; hatalar yaptık. Ama Allah’a şükür ki, cenneti hak etmesek de, Allah’ı unutmadık!’
Gülümsedim önce... sonra herkesin kaçtığı yerde durup düşündüklerimi anlattım:
‘Cenneti hak etmiş olmak kime mahsus ki?’ dedim. ‘Kim yaşadığı sürece, an be an sınandığı yeryüzünde hiçbir hata yapmadan ölüp gidebilir ki bu dünyadan? Bu mümkün değil, zira insan zayıf yaratılmıştır, bitmek tükenmek bilmeyen istekleri ona kanındaki değişmezlik yüklüyor, 'ben' olmanın getirdiği yerindelik yüklüyor; insan buna karşı çıkacak güce sahip değil. Bu yüzden muhtaç olduğu bu güce ulaşmak için kendisini sınayan Allah'tan yardım istemeye odaklanmak zorunda; dua etmek için yaratılmıştır insan. Nasıl, dua etmeden hatalarından, günahlarından ve bunların ürettiği huzursuzluktan kurtulabilir ki?’
Sıkıntı
Takip et: @SonsuzArk
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.
- Sonsuz Ark Yayınlarının Kullanımına İlişkin Önemli Duyuru için lütfen tıklayınız.