19 Nisan 2025 Cumartesi

SA11380/SD3461: Sıkıntı (Roman); 11. Bölüm-Çöl 9

 Sonsuz Ark/ Evrensel Çerçeveye Yolculuk

"Acı çekmekten hoşlandığını apaçık bir şekilde gördüm o ân. Doğayı hiç umursamıyordu. Bu kez hiç merhamet etmeyecektim."


Taburesinde iki eli dizlerinde otururken, gözleri yerdeki taşların arasından kıvrılıp giden derin bir belirsizliğe bakarken fısıldadı Mahir:

‘Eyle ya...’ dedi. ‘Duamız olmasa neyiz ki biz?’

Mahir’in bakımını yaptığı ve her gün zamanının çoğunu geçirdiği bahçesinde yaşadığı anlardan koparak kendi içindeki çöllere kaçtığını biliyordum. Mahmure’nin ölümü onu hayattan koparıp almıştı; bahçedeki günlük işleri alıştığı için yapmaya devam ediyordu. Orada o bahçede sadece bedeni vardı, ruhu ise çöllerin o tekdüze kızıl-sarı topraklarında susuzluktan çatlamış dudaklarla dolanırken inliyordu.

“Doğa düşündürür, Ağa!’ dedim onu dalgınlığından çekip almak için. ‘Dağın, denizin, derenin, ağacın, kuşun, toprağın, gökyüzünün, ayın, güneşin, yıldızların, yağmurun, dolunun, karın, rüzgarın, fırtınanın insanın ruhunda ürettiği müspet iklimin, insanı diğer insanlardan ve kendi günahlarından uzaklaştırabiliyor olması buna delil değil midir? Bu da Allah'ın kanunu değil midir? Doğa'yla günah işleyebilir misin? Doğa bize günahlarımızın hesabını sormaz, günahlarımızdan uzaklaşmamız için bize yardım eder. Başka niçin gider ki insan doğanın o sevgi dolu kucağına? Bu bahçe niye rahatlatır bizi?’

‘Beni artık rahatlatmıyor, Azizim!’ dedi tamamen kırılmış bir sesle. ‘Artık yetmiyor; şurada gördüğüm her şey gözüme batıyor, gönlüme batıyor, aklıma batıyor. Kurusa her şey belki rahatlayacağım, yansa, yıkılsa buralar; içim öyle acıyor işte!’

‘Acır!’ dedim güneşin son gönderilerine bakarken. ‘Acına yapılabilecek bir şey yok; alışacaksın ve zamanla acın seyrek düşen yağmur damlaları gibi olacak. Sonra ister istemez unutacaksın!’

‘Unutmak mı?’ dedi Mahir gözlerini gözlerime dikerek. ‘Mahmure’yi unutmaktan mı bahsediyorsun?’

‘Evet!’ dedim hiç acımadan. ‘Anneni unutmadın mı? Kaç yıl oldu öleli?’

Omuzları düştü birden. ‘Anne başka bir şey...’ dedi üşüyen bir sesle. ‘Anne başka azizim, anne başka...’

‘Unutmadın mı? Mahmure’den başka bir şey düşünmediğin şu sıralarda annen aklından çıkmadı mı?’ dedim üstündeki karabulutları dağıtmak için. 'Nesi başka?’

‘Azizim, etme, gelme üstüme’ dedi hırçınlaşan bir sesle.. ‘Anne başka, karıştırma şimdi Mahmure’yle!’

Sustum o ânda. Onu hırpalamak, ruhunun kapıldığı çölden çıkarmak gerekiyordu. Şu güzel bahçede yaşayan bir insana dönüşmesi için girdiği girdaptan kurtulmak zorundaydı. Yazamıyordu; yazabilse iyileşecekti.

Sesimi yumuşattım ve serin bir yere sürükledim onu:

‘Bazen her şey üst üste gelir, bir derdi diğer bir dert takip eder; zihnimizde kasırgalar kopar; sabrımızı zorlar hiç gecikmeksizin koşup gelen ardışık dertler; ne yapacağımızı bilemez hâle geliriz. Bu hepimiz için böyledir, merak etme! Kimimiz sınandığımızı fark ederiz ve geri çekeriz nefsimizi dertlerin kışkırtan karakterinden uzağa, Allah'a sığınırız; kimimiz de o dertlerin herhangi birinde nefsimizin kışkırtılarına kapılır ve kendi felaketimizi hazırlarız!’

‘Kendi felaketimi hak ettim ben, Azizim!’ dedi gözlerinde biriken berraklığı gözyaşı öbeğine dönüştürmemek için direnirken. ‘Ben senin baktığın gibi bakamıyorum artık bu bahçeye, doğaya!’

‘Doğa bu bahçeden ibaret değil ki!’ dedim ısrarla. ‘Ruhunun kaçıp gittiği kızıl-sarı çöl de doğanın bir parçası. İşte doğa bu yüzden kaçabileceğimiz bir yer ya da bir liman ruhumuz için. Dertler sarıp sarmaladığında akledip kaçmayı denemek gerek insanlardan uzağa. Dinginleşince geri döneriz, dönmeye mecburuz zaten; dönünce de sıkıştırılmış ruhumuzun nasıl ferahladığını görürüz!’

Güldü birdenbire, ‘Bedenim bahçede, ruhum çölde!’ dedi. ‘İşte insanlardan tamamen uzağım, Azizim! Daha ne yapayım?’ 

Acı çekmekten hoşlandığını apaçık bir şekilde gördüm o ân. Doğayı hiç umursamıyordu. Bu kez hiç merhamet etmeyecektim. 

‘Siz romantikler, unutuyorsunuz!’ dedim. ‘İnsan kendisini tanımaya mecburdur; tanımakla mükelleftir, kendisine tapınmakla değil. İnsanı doğadan uzakta tutan da insanın kendisine tapınma hastalığıdır. Dertlerin tam üstünde tepinecek insan ve işler hep kendi dilediği gibi yürüsün isteyecektir. Kendisi kimdir ki? Kendisi, kendisini tapınılacak yapmamışsa niye bu kadar iddialı olsun ki? Niye kendisini bir zerre gibi hissettiren doğadan uzakta yaşamayı tercih etsin ki?’

Bu sözlerimin onu canlandıracağını hiç düşünmemiştim. 

‘Söyle hele, Azizim!’ dedi sakin ve güçlü bir sesle. ‘Senin şu Afet ne etti sana? Bana böyle vuruyorsun, ama unutma; benim yaram kabuk bağladı, seninki daha taze! Bundan sonra benim gibi çöl, dağ taş gezersen karışmam sonra!’

Ben bir şeyler söylemek üzere iken akşam ezanı okunmaya başladı. Güneş tamamen batmıştı kızıl-beyaz ufukta. Gök beyazdı biraz kararırken, ağaçların etkisiyle bahçe daha da kararmaya başlamıştı. 

Gülümsedim Mahir’e; ezanı işaret ederek neden sustuğumu bilsin istedim. O da gülümsedi keyifli keyifli. Beni sıkıştırmıştı tam istediği yerde.

Mahir’i suçlayamıyordum; kendimi ve diğer insanları suçlayamadığım gibi. Hiçbir duygumuz ve düşüncemiz doğru tanımlanmamıştı. Karışık bir coğrafyada, karmakarışık kültürlerin eseri olarak doğmuş, büyümüş ve yetiştirilmiştik. Son iki yüz yıldır da Batı’nın kültür kanallarından seçilen eserlerle yetiştiriliyorduk. Ne doğuluyduk ne de Batılı; ne tam Müslümandık ne de dinsiz. Her birimiz bütün özürleriyle tam bir çöl karasıydık aslında.

Son dönem tasarımcılarımız da özürlüydü. İnsanlar arasındaki kartezyen ilişkileri bile modellemeye kalkan, insanı doğmadan önceki vakitten öleceği vakte kadar sınıflayan ve eğitim sürecinin bütün yönlerini kontrol edebileceğini düşünen bir insan ne kadar özürsüz olabilirdi ki?

Mevcut modern yerküre felsefesi, sosyolojisi, psikolojisi ve uygulamaları, varsıl ülke insanlarını çağdaş/yüksek normlarla yetiştirmeyi sağlamıştı güya; ancak, özürlü olanların koydukları kıstaslar, her yeri saran özürlü bireylerin var oluşunu hızlandırdı. Asosyal, bencil, benmerkezil var oluşun temellerini atan bir zihniyetin, sosyal, paylaşımcı ve diğergam ürünler vermesi imkansızdı; aksi beklenemezdi de...

Özür katsayıları yüksek planlayıcıların şaşırdıkları şey, elde ettikleri ürünlerin hedeflerine aykırı oluşuydu; ama asıl şaşırtıcı olan, onların bu sonucu şaşkınlıkla karşılamalarıydı.

Allah’ın emirlerini deforme ederek içeren eski ve yeni ahitlerin dinleri, özür katsayısı yüksek üreticilerin düşüncelerinin dışında tuttukları köhne değerlerdi. Belki bu hususta haklı olabilirlerdi, fakat kesin ve değişmemek üzere gönderilen en son din, insan için 'gerçek' yüksek değerli kıstaslar içeriyordu. 

Üreticiler, tam olarak bin dört yüz yıl bu yüksek değerleri yok saydılar, saplantılı modellerin etrafında itişip durdular. Sanki İslâm yerkürede değildi; sanki hiç yoktu. İnsanın doğumunu planlayabileceklerini sandıkları gibi, eğitimini de planlayabileceklerini sandılar. 

Oysa bilimin gözü at gözlüğünü kabul edemezdi. Yerkürede mevcut olan her bilgi, insanın eğitimi için kullanılabilir hâle getirilmeliydi. ‘İnsan nasıl eğitilmelidir?’ sorusu, insana öğretilenlerin gücünün araştırılmasından sonra sorulması gereken bir soruydu. 

Öğretilen bilgi güçlü, kesin ve sağlam değilse, yetersiz ve özürlü insan zihninin ürünüyse, onu öğrenerek eğitilen bir insanın ideal formlara uygun olması düşünülemezdi; düşünülmemeliydi de. 


<<Önceki                      Sonraki>>


[17.04.2025, 11/19 (869))]


Seçkin Deniz, 19.04.2025, Sonsuz Ark, Sıkıntı, Roman

Sıkıntı





Sonsuz Ark'tan

  1. Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. 
  2. Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
  3. Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.
  4. Sonsuz Ark Yayınlarının Kullanımına İlişkin Önemli Duyuru için lütfen tıklayınız.

Seçkin Deniz Twitter Akışı