20 Nisan 2025 Pazar

SA11381/SD3462: Sıkıntı (Roman); 11. Bölüm-Çöl 10

 Sonsuz Ark/ Evrensel Çerçeveye Yolculuk

"Nevale dediği kasap kağıdına sarılı kuzu etiydi. Yemek yapmayı bilmezdi. Ne yapacağını merak etmiştim."


Bu büyük ‘özür’ sorununu sorgulamadan geçmeyi tercih eden düşünürlerin, akademisyenlerin ve politika yapıcıların dünyadaki bütün toplumlara vaat ettikleri ideal birey, ideal toplum ve ideal hayat nasıl bir şeydi? 

Mahir’le bunu çok fazla tartışmıştık. Hiçbir şekilde hiç kimseyle tartışmaktan hoşlanmıyordum, ancak Mahir’in Batı düşüncesine odaklanmış olan zihnindeki dokunulmazlar listesi oldukça kabarıktı ve ben buna tahammül edemiyordum. Son zamanlarda, çoğunlukla haklı olduğumu söylese de, çok emek verdiği yirminci yüzyılın zihinsel koleksiyonuna gözü gibi bakmaya devam ediyordu.

Nihilizmi yücelten Batı, insana dair bütün güzellikleri yok etmişti. Üstelik Batılıların Nihilizme aykırı olarak, tasarladıkları ve yaydıkları, Batılı olmayan diğer toplumları aşağılayan üstenci bakış, insanlığın düşünce dünyasını çöle dönüştüren aşağılık bir hayat ve siyaset biçimi olarak yükselmişti.

Uluslararası kurumları ülkeleri gelişmişlik düzeylerine göre tasnif ediyordu; özel olarak tanımlanmış ve yetiştirilmiş her meslekten ünlü tetikçiler, içinden çıktıkları ve yaşadıkları ya da çıkarları için hedef seçtikleri toplumları aşağılamak için sık sık ‘gelişmiş-gelişmemiş ülke’ vurgusunu, söylemlerinde ve bütün metin türlerinde, sinema-televizyon eserlerinde ya da yayınlarında kullanıyorlardı.

‘İnsan gelişen bir varlık’ diyorlardı, ben de merakla soruyordum Mahir’e: ‘Nereye doğru gelişen bir varlık?’

Teknolojiden mi bahsediyorlardı, ahlaktan mı? Ya da erdemden, yüksek insanî algıdan falan? Neresi gelişiyordu insanın? Kim bilir belki de maymundan geldiğini iddia ettikleri insanın başka gelişmiş ya da körelmiş organları olmasını bekliyorlardı. 

Milyonlarca yıllık geçmişten gelen fosillere göre, hiçbir biyolojik gelişme gözlenmemişti; insanın henüz kanatları yoktu, beyinleri de kullanım sıklığına göre küçülmemiş ya da büyümemişti. Hem sonra çok sık kullandıkları cinsel organları da aynı şekilde duruyordu; büyümüyorlardı yani.

Bütün bunlar maymundan evrimin ilkelerine göre aykırı şeylerdi. Akıl yürütmek ve hesap sormaktı benim işim:

‘Gelişmenin nihaî hedefi nedir? İnsan neden gelişir?’ diye sorduğumda, Mahir, ‘Evet; Batılı gelişmenin bir Tanrı’yı ya da değeri yükseltmek gibi bir amacı yok, yüksek bir amaç yok!’ diyordu.

Gelişmiş modern insanın bugün hedeflediği şey, havayı, toprağı, canlıları, kısaca doğayı korumak. Oysa gelişmemiş, hatta geri kalmış coğrafyalarda hava, toprak, canlılar, yani kısaca doğa, milyonlarca yıl önce olduğu gibi, korunmuş, hiç değişmeden duruyordu; gelişmemiş dedikleri insanlar doğaya saygı duyuyorlardı. Buna karşılık gelişmiş modern insan nihaî olarak, gelişmemiş insanların sıradan davranışlarının ürettiği sonuçları hedefliyordu. 

Bu böyle değil miydi, gerçekten? 

Acımasızca tahrif ettiği doğaya saygı duyması gerektiğini geliştiği en yüksek noktada henüz öğrenen, öğrenmek zorunda kalan modern insanın bütün gelişmişliği, gelişmemiş dediği insanın sıradan davranışlarının en alt basamağına denk geliyordu.

Doğayı tahrip ederek kendi hayatına kastettiğini, çaresiz kaldığı için öğreniyordu gelişmiş modern insan. Belki de ona ‘gelişmiş modern insan henüz maymun evresinde kalmış, geleceği düşünmeyen bir primattır’ dememizi istiyordu.

Demeliydik, çünkü modern insan primatlardan daha az sosyolojik kurala sahipti, onlardan daha kıskanç değildi karşı cinsle kuralsızca çiftleşirken. Belki de, bu anlamda primatlara haksızlık ediyorduk, gelişmiş modern insanı primatlara eşitlerken.

‘Haklısın!’ diyordu Mahir; okuduğu bütün Batılı metinlerde biraz vicdan kırıntısı ararken. Ama benim sorularım durmuyordu:

‘Gelişmiş insan, ne demekti? Başka insanları modern ve son teknolojinin eseri silahlarla öldürmek, onları evlerinden çıkarmak, mallarını yağmalamak ve topraklarından sürmek, gelişmiş insan olmak demek miydi? Ya da insanları aldatmayı, kullanmayı ve köleleştirmeyi amaçlayarak, sahte gerçekler tasarlamak ve bu sahte gerçekleri son teknolojik imkanlarla bütün insanlara yaymak mıydı?’

Binlerce, hatta yüzlerce yıl önce birçok ‘medeniyet’ bunu başarılı bir şekilde yapmıştı, insanlar bunu biliyordu; arkeolojik bulgular, bunların çok önceden kusursuz bir şekilde yapıldığını gösteriyordu. İnsanlar defalarca kez sahte gerçekler inşa ederek kendilerini tanrı olarak kabul ettirmişlerdi, diledikleri insanları öldürmüşler, mallarını yağmalamışlar ve topraklarından sürmüşlerdi.

Bunlar, ‘gelişmiş modern insan’ tanımına uyduğuna göre, günümüz Batı medeniyetinin ve Batılıların gelişmiş olduğunu kim söyleyebilirdi ki? Özürlü bir gelişmişlikten nasıl bahsedilebilirdi?

Kim bilir, belki de aynı cinsten insanların cinsel ilişkiye girmelerini sağlamak için gelişmiş insanların gösterdiği büyük çaba, özürlü algıları ve zihinsel yapılarıyla insanları gelişmiş modern insan elde edeceklerine dair yanılgılara sürükleyebilirdi. Ama Antik Roma’dan Antik Yunan’a ve Yahudilerin atası, Allah’ın elçisi İbrahim’in çağdaşı Lut Kavmi dahil, ne kadar geriye doğru gidilirse gidilsin görülebilirdi; yeni bir şey değildi, aksine binlerce yıllık bir gerçekti bu.

Yani yine insanın gelişmiş olmasıyla ilgili nihâî bir hedef değildi bugün insanlığın yaşadığı ahlakî sefalet. Daha fazla soruya gerek yoktu. Neresi gelişiyordu insanın?

Bu türden tartışmalarımızın sonunda Mahir birdenbire ayağa kalkar, ‘Gardaş, kalk hele bir namaz kılak!’ derdi o kendi ruhunu yansıtan şivesiyle. 

Namazın vaktinin bir önemi yoktu o ân. Mahir, içindeki çıkmaz sokaklardan namazla kurtulacağını çok iyi biliyordu. Namaz vakti ise vaktin farzını kılar, değilse iki rekat nafile namaz kılar, ruhunu genişletirdi. Bir dahaki namaz vakti onun için ne zamandı, o da bilmezdi.

Akşam ezanı bittiğinde, ‘Aziz Allah!’ dedik ikimiz de. Ben ‘Ezan Duası’ okudum fısıltıdan biraz daha büyük seslerle.

‘Hadi, Azizim!’ dedi Mahir eve doğru seğirtirken. ‘Abdestimiz var, hamdolsun. İmam ol da namazı kolaylaştır bana!’

Sundurmanın ışıklarını yaktı, ben arkasından giderken. 

İçeri girdik. Evin iç ışıklarını yakar yakmaz, iki namazlık serdi yere. 

Sonra, ‘Biraz bekle, Azizim!’ dedi Mahir buzdolabının kapağını açarken. ‘Acıktık, şu nevaleyi de çıkaralım biraz yumuşasın!’

'Nevale' dediği kasap kağıdına sarılı kuzu etiydi. Yemek yapmayı bilmezdi. Ne yapacağını merak etmiştim.

‘Yemek mi yapacaksın, Ağa?’ diye sordum hafifçe gülümseyerek. ‘Sen ne anlarsın yemek yapmaktan? Sen anca yersin!’

Telaşla geldi yanıma. ‘He, ben bilmem!’ dedi gülerek. ‘Ama sen bilirsin! Hadi şimdi namazımızı kılak!’ 


<< Önceki                      Sonraki>>


[18.04.2025, 11/21 (871))]


Seçkin Deniz, 20.04.2025, Sonsuz Ark, Sıkıntı, Roman

Sıkıntı





Sonsuz Ark'tan

  1. Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. 
  2. Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
  3. Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.
  4. Sonsuz Ark Yayınlarının Kullanımına İlişkin Önemli Duyuru için lütfen tıklayınız.

Seçkin Deniz Twitter Akışı