26 Nisan 2025 Cumartesi

SA11391/SD3467: Sıkıntı (Roman); 11. Bölüm-Çöl 11

Sonsuz Ark/ Evrensel Çerçeveye Yolculuk

"Ne yazık ki haklıydı Mahir. Bin yıllık ölü toprağı vardı üzerimizde. Ölülerin söyledikleriyle amel ediyordu Müslümanlar. Allah’ın gönderdiği son kitabı okumayı da ölülere hasrederek."


Bu serin Ağustos akşamında, Ankara’da, Seyranbağları’nda, eski bir bağ evinde Mahir’le akşam namazı kılacaktık. Ben imam olacaktım, o cemaat; ‘kamet getir o zaman’ dediğimde, sıkılmıştı, hiç böyle bir ortamda bulunmadığımızdan kameti bilip bilmediğinden emin değildim, ama o ‘bilmiyorum’ da diyemiyordu. ‘Ben kamet getirirken sen tekrar et’ dedim gülümseyerek. 

Bir çocuk gibi neşelenmişti o ânda. Gözlerinin içi gülüyordu.

Akşam namazının farzını kıldık öyle usul usul, selam verdik; sonra iki rekatlık sünneti de ayrı ayrı kıldık. Duamızı edip namazlıklardan ayrılırken konuştu Mahir:

‘Azizim!’ dedi güven dolu bir sesle. ‘Lazım geldiğinde kamet de getiririz, namaz da kıldırırız. Evelallah müezzinlik yapmışlığımız, namaz kıldırmışlığımız da vardır. Lakin, insanın karşısında bir hafız olunca ister istemez bir tereddüt hasıl oluyor. Senin gibi hafız değiliz, sonra telaffuzumuzu beğenmezsin, dilinden kurtulamayız!’

‘Allah kabul etsin, Ağa!’ dedim sakin ve gülümseyen bir sesle. ‘Allah halis niyetle yapılan bütün ibadetleri bilir, gözetir; inşaallah bizimkini de bilir, gözetir, gerisini boş ver!’

‘İnşallah, kabul eder, Azizim, inşallah!’ dedi Mahir içten bir heyecanla, namazlıkları yerlerine yerleştirirken.

‘Her Müslüman imam da olur, cemaat de!’ dedim. ‘İslam’da ruhban sınıfı yoktur, bilirsin. Fakat işte, asırlardır böyle bir cehalet almış yürümüş Müslümanların arasında. İmam bilmem kim, şeyh bilmem kim. Dinin sahipleri oluyor bunlar. Bir dini kişilerde boğmak böyle bir şey. Kişiler dinin temsilcisi sayıldığında, kişilerin kabahatleri de dine mal edilerek din boğdurulur. Kişileri bırakmak ve dine bakmak zorunda Müslümanlar!’

‘Güzel diyorsun da, Azizim!’ dedi Mahir geçmişte derin bir şekilde yaptığı bu türden sorgulamaların izlerini taşıyan sesiyle. ‘Seni kim dinler, beni kim takar ki? Devlet politikası, Milli Eğitim politikası olacak bu, başka türlü düzelmez. İşin içine siyaset girdiğinde de, oy kaygısı ile kimse bu işlere cesaret edemez. Hele İlahiyatların içinde bulunduğu hazin durumu düşünürsen; işimiz çok zor. Ben çok ümitli değilim!’

Ne yazık ki haklıydı Mahir. Bin yıllık ölü toprağı vardı üzerimizde. Ölülerin söyledikleriyle amel ediyordu Müslümanlar. Allah’ın gönderdiği son kitabı okumayı da ölülere hasrederek.

“Kolay inananların iki temel sorunu vardır, Ağa!’ dedim dalgın bir sesle. ‘Sorumluluklarını inandıkları ölülere ve dirilere yüklemek ve Allah’ın karşısında onların arkasına saklanarak sorumluluklarından kurtulacaklarını sanmak. Yirmi birinci yüzyıl Türkiye’sinin insanlığa sarih bir din ve merhametli bir medeniyet borcu vardır. Yirmi birinci yüzyıl Müslüman’ı, Kur'an'ın hükümlerine matuf yepyeni bir sistem üretmek zorundadır. On dokuzuncu ve yirminci yüzyıl Müslüman’ının düştüğü hatalara düşmemek ve modern bilimin ulaştığı düzeyi kavramak zorundadır!’

‘Nasıl olacak bu, Azizim?’ dedi Mahir, kasap kağıdına sarılı ete doğru seyirtirken.

‘Aslında herkes biliyor nasıl olacağını!’ dedim biraz sert bir sesle. ‘Müslüman bunları yapabilmek için sorgulama ahlakını, yine Kur'an'dan öğrenmek, düşünmek ve yaşamak zorunda... aksi halde medeniyet üretemez. Modern bilimin yakaladığı kavrama düzeyinden habersiz bir din algısı eksiktir; cahilcedir. Köhne, geleneksel tekke ya da medrese formatları bir Müslüman’ı alim yapmaz, mukallit ve uydu yapar. Geleneksel tefsir ve akaid tekerlemeleri ile insan kavranamaz, evren kavranamaz. Mikro ve makro sistemlerle ilgili endoktrinel tasarruf modelleri üretemeyenler, cühelaya mahkumdurlar. Bir sarık, bir tekke ve bir aşk sanrısı ile din olmaz, alim olunmaz. İşte iran; sarığın, cübbenin ve aşkın geldiği yer; kadınlarını muta nikahıyla aldatıp fuhşa sürüklüyorlar, uyduruk bir Velayet Sistemi icat etmişler, hayalî bir Mehdi’nin ya da kayıp bir İmam’ın vekili olarak rehber dedikleri kişilere tapınıyorlar!’

‘Saat sekizi  yirmi geçiyor, sen acıkmadın mı, Azizim?’ dedi Mahir kuzu etini göstererek. ‘Ben sabah kahvaltısından beri bir şey yemedim, seni bekledim!’

‘Daha acıkmadım ben, Ağa!’ dedim. ‘Çok geç yedik öğle yemeğini; ama sen açsan, artık mecburen pişireceğiz kuzu etini!’

‘Sana zahmet, Gardaş!’ dedi. ‘Hanımın hazır edip dolaba koydukları bitti. Bugünü de atlatırsak bir hal çaresi bakacağız artık!’

‘E, hani pide?’ dedim onu zora koşarak.

‘Dur!’ dedi heyecanla mutfağın başka bir köşesine geçerken. ‘Burası Adana değil, Azizim. Pide bulduk bulmasına da, inşaallah ağız tadına uygun olur!’

‘Ortada domates yok, soğan yok, maydanoz yok, nane yok, biber yok; salatayı neyle yapacağız?’ dedim neşeyle.

‘Hepsi bahçede var, Gardaş, gördün ya!’ dedi Mahir. ‘İster git kendin topla, ister ben gidip getireyim; soğan burada, mutfakta. Dur, hazır edeyim!’

‘Tereyağı varsa, onu da hazır et; güzel de bir tava!’ dedim dışarı çıkarken. ‘Bahçenin lambalarını da yakmak lazım; artık hava iyice karardı!’

‘Eti tavada mı yapacaksın?’ dedi merakla. ‘Fırın da var!’

‘Tavada!’ dedim. ‘Evdeki fırında et güzel pişmez!’

‘Sen daha iyi bilirsin, Azizim!’ dedi Mahir benle dışarı çıkarken. ‘Şu sebze işini halledelim, sonrası kolay!’

Bahçenin ışıklarını yaktı. Gördüğüm o iştah açıcı domateslere doğru yöneldik önce, sonra biberlere, sonra maydanoz ve nane ekili kısma. 

Dolaşıyorduk o küçük bostanda. ‘Salatalık da var, eğer istersen!’ diye seslendi az uzaktan. ‘Olur!’ dedim. ‘Çoban salata yaparız, istersen, yoğurdun varsa biraz da cacık!'

Bolca domates ve biber topladık, yeteri kadar salatalık, nane ve maydanoz da kopardıktan sonra eve döndük. Mahir tava ve tereyağı çıkardı. Artık bütün iş bana düşüyordu.

‘Kuyruk yağı varsa, tereyağından daha lezzetli olur et!’ dedim son olarak.

‘Gardaş, ne arasın kuyruk yağı, burası Adana değil!’ dedi. ‘Bizde pek kullanılmaz o dediğin, ama tereyağı var!’

‘Artık olanla idare edeceğiz, sen de mecburen yiyeceksin, Ağa!’ dedim gülerek.

‘Buna da şükür, Azizim!’ dedi. ‘Kaç gündür stoktan yiyordum, günlerdir ilk defa taze pişen bir şeyler yiyeceğim sayende!’

Ben mutfağın tezgahında kuşbaşı şeklinde doğradığım eti tuz ve toz biberle beslerken, o da domatesleri, biberleri, salatalıkları, naneyi ve maydanozu yıkamıştı, kırmızı soğanları soyuyordu.

‘Azizim, bu soğan çok acıymış!’ diye söyleniyordu gözlerinden akan yaşları silerken. ‘Çok ağlattı beni!’

‘Eline yakışmıyor, istersen bırak!’ dedim biraz da takılarak. ‘Gözyaşların heder olmasın!’

‘Olur mu, Azizim?’ dedi takıldığımı fark etmezden gelerek. ‘Elimizden bu geliyor, bunu da yapalım artık. Yemeye yüzümüz olsun!’

O ara bilgisayarına yaklaşmış ve hafif sesli bir müzik açmıştı Mahir. Sazından önce Âşık Veysel’in yanık sesi yayılıyordu bağ evine:

‘Uzun ince bir yoldayım, gidiyorum gundüz gece, bilmiyorum ne haldeyim, gidiyorum gundüz gece!’ 


<< Önceki                      Sonraki>>


[22.04.2025, 11/23 (873))]


Seçkin Deniz, 26.04.2025, Sonsuz Ark, Sıkıntı, Roman

Sıkıntı





Sonsuz Ark'tan

  1. Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. 
  2. Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
  3. Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.
  4. Sonsuz Ark Yayınlarının Kullanımına İlişkin Önemli Duyuru için lütfen tıklayınız.

Seçkin Deniz Twitter Akışı